İnsan Yüreği Yitikler Coğrafyasıdır

İnsan Yüreği Yitikler Coğrafyasıdır

OSMAN ÇELİK YAZDI...

 
"Bu dünyada bir nesneye
Yanar içim göynür özüm
Genç iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi" 
             Yunus Emre

Hayat akışını, yeni heyecanlara doğru durmadan sürdürüyordu. Aralık´ın soğuk bir gününde, hırkalarını çıkarmış kavakların uğultuyla söyleşmeleri, hece hece damlıyordu içime. 

Dağlar, beyaz gelinlikleriyle, derin bir sükûtu dillendiriyorlardı sanki. Çam ağaçlarının üzerinde kümelenmiş kar yığınları, bir gelinin masumiyet duvağı kadar alımlıydı. Lojmanın penceresine vuran kar tipicikleri, beni daha bir mutlu ediyor ve bütün bu anlardan şairane hazlar duyuyordum.

Lojmanın yanı başında, bir ip gibi dizilen servilerde konaklayan saksağanlar, gecenin seyri âlemine takılmış ateş böcekleri gibi, yarı ürkek uykularını, usulca açılan kapının sesiyle hafifletip, bir bekçi edasıyla, koro halinde "buradayız" derlercesine, kanatlarını oynatıp, varlıklarını hissettiriyorlardı.

**

Vaktin öte zamanında, köyün bir bir sönen sarımtırak ışıkları, kim bilir hangi rüya ile sabaha merhaba diyecekti. Gece hayli uzundu zaten! 

Sobanın üzerinde kaynayan sıcak su, çayla vuslata erip, yarım kalmış bir kitabın sayfalarında gezinen yalnız bir öğretmenin hayallerini yudumluyordu sanki?

Üniversite yıllarında aşina olduğum, Giresun´dan kalan bir hatıra olan Neşet Ertaş´ın, buğulu sesiyle söylediği türkü, ince belli bardaktaki çayla hasbıhal edercesine mısra mısra yüreğime nakışlanıyor ve ruhumu, Karadeniz´in haşin dalgalarına götürüyordu adeta:

 "Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca
Akar can özümde sel gizli gizli
Bir tenhada can cananı bulunca

Sinemi yaralar yar oy
Dil gizli gizli" 

 Aralıktı, kıştı, soğuktu. Kar hiç bu kadar güzel gözükmemişti gözlerime. Hele o kar taneciklerinin, çamların tepesiyle söyleşip, kış güneşinden aldığı huzmeleri dallarına doğru sarkıtması, anlatılamayacak kadar güzeldi.

**

Daha göreve başlayalı bir ay bile olmamıştı. Takvimler 1997 yılını gösteriyordu.Yeni okula ve öğrencilere çoktan ısınmıştım bile. Nasıl ısınmaz insan, dünyanın en narin çiçeklerine. Onların masumiyet kokan bakışları, beni daha çok çalışmaya sevk ediyordu. Ama yine de günler, geçmekte inat ediyorlardı sanki. Öyle ya, üniversite yıllarının hareketli günleri gitmiş, yerine küçük bir köyde ağır zamanların konuğu olmuştum. 

... 

Hafta sonunun durağanlığından kurtulmak için, köyün hemen yakınındaki tepeye doğru uzandım usul usul. Tepenin doruğunda, bembeyaz karlar ortasında dizili çam ağaçları, mısrasını şaşırmayan bir şiir gibi göz kırpıyorlardı sanki.

Sırtımı dayadığım çamın, bozkırda büyümüş ve kuşburnu ve kavak ağacından başkaca bir şey görmemiş biri için ne yüce bir güzellik olduğunun seyrine dalmışken, ötelerden gelen yanık bir ezan sesi ile irkildi bedenim. Ne güzel bir sesti bu. Ezanı sanki okumuyor, onun destanını haykırıyordu insanlara.

Ötelerden gelen sese doğru yavaş yavaş ilerledim. Ormanla kaplı tepenin hemen dibinde, bacalarından dumanlar tüten, derenin içinde küçük bir mezra gözüküyordu. Dik yamaçtan frenleyerek aşağıya doğru indim.

Bu esnada üç beş köpek, son sürat üzerime doğru koşmaya başladılar. Elimden hiç eksik etmediğim pelit sopayla, ufak bir caydırıcılıktan sonra, usulen bana doğru koşan köpekler dağılıverdiler...

Dağdan inen yabancı bir insana ürkek ürkek bakan köylülere, öğretmenin olup olmadığını sordum. Köylüler, öğretmenin ZARA´ya gittiğini söylediler. Ben de bu kez, imam var mı diye sorunca, iki tane küçük çocuk önüme düşerek beni imamın evine götürdüler. Yol boyu yürürken, köşe bucakta bana bakanlar, fısıltı halinde, ÜTÜKYURDU Köyü´nün öğretmeni olduğumu, bir birlerine söylüyorlardı.

**

Yeni arkadaşı görünce sevindim; zira aynı yaştaydık. O da, göreve başlayalı bir ay filan olmuştu. Turhal´ın Çamlıca Köyü´nden gelmişlerdi. Annesi ile birlikte kalıyordu. Şen şakrak, pırıl pırıl bu iki insanı tanıyınca gönlüm okyanuslar gibi açıldı. Annesi, bizim Anadolu´nun misafir perverliği ile beni içeri buyur etti. Hay hay dedim. Canıma minnet? Saatlerce dağda dolaşmış ve ziyadesiyle de yorulmuş biri, bu sıcak daveti reddetmezdi ya.

Epey hasbıhalden sonra, akşamüzeri kendi köyüme doğru yola revan oldum.Artık günler geçiyor ve ben her şeye alışıyordum. Hayatı şenlendirmenin hep bir yolunu buluyor, bulamadığım zamanlarda da mutluluk oyunları oynuyordum kendimce. Öyle ya, Üniversitedeki öğretmenlerimiz bize hep, ?öğretmen iyi bir tiyatrocu olmalıdır? diye öğüt verirlerdi ya...

***

Hafta sonları, Zara´ya inmediğim zamanlar, komşu mezraya gidiyordum. Etrafı pelitlerle kaplı bu yerleşim yerine ?Harami Mezrası? diyorlardı. Zara´nın Avşar Köyü´ne bağlı şirin bir mezraydı.

Mezrada, doğruca İmam İsmail´in oraya varırdım. İsmail´in annesi, beni de bir evladı olarak kabul eder, bitmez tükenmez şefkatini aramızda pay ederdi.

Özellikle de, benim geleceğim hafta sonları, Turhal yemeklerini hiç eksik etmezdi sofradan. Akşam olunca da, misafirler gelirlerdi oturmaya. Sobanın üzerinden hiç eksik olmayan ve fokurdayarak saatlerdir ateşle söyleşen küçük güğüm, çay faslı için her daim hazırdı.

Kuzine sobanın içinde közlenen patatesler, sohbetin koyu rayihasını, leziz çaylarla tamamlardı. Mezraları küçüktü, imkanları sınırlıydı, ilçeye uzaktılar ama; yürekleri kocamandı.

***

Günler, aylar geçtikçe, İsmail ile dostluğumuz perçinleştikçe perçinleşti. O da, bazı zamanlar benim köyüme gelir, bekâr evimizi ortaklaşa şenlendirirdik. Öğrencilik yıllarından kalma alışkanlığımız; kırmızı mercimek ve bulgu pilavı hep konuk olurdu soframıza.

Zamanın, ara sıra kasvetli serencamı, sarıp sarmalardı içimi. Ve hafta ortasında, bana ulaşan bir habere, epeyce telaşlanmıştım. İsmail, acilen hastaneye gitmek zorunda kalmıştı. Bir müddet sonra tekrar mezraya döndüler. Ben hemen okul çıkışı, koşar adımlarla, yarım saatte yanına vardım. Hoş geldin faslından sonra, biraz halsiz olan İsmail, hafifçe dalıverdi.

Annesinin gözlerinde, tarifsiz bir keder kol geziyordu sanki. Nice çileler çekmiş, alnının çentiklerinde, öğütülmüş zamanların okunduğu, koca bir çınar gibi dimdik duran annesi, hasada namzet buğday başakları gibi sararmış solmuştu. Hafif sorgu sualden sonra, içimi yakan ve başımdan kaynar suların dökülmesine neden olan cevapla karşılaştım...

Hacı Anne, İsmail´in kötü bir hastalığa duçar olduğunu, doktorların ise bu ümitsiz durumdan dolayı bir defa da, büyük hastanelere gitmelerinin faydalı olabileceğini söyledi.

 Hemen kendimi dışarı attım. Yeni göreve başlamış, 21 yaşlarında genç birinin, bu kötü hastalığa yakalanmasına ihtimal vermiyor, dahası yanlış bir teşhisin olabileceğini düşünüyordum kendimce.

**

Ama günler ilerliyor ve İsmail´in durumu hep kötüye gidiyordu. Ben de, onu yalnız bırakmamak için, her fırsatta yanına gidiyordum. Hastalığını anlamıştı sanırım. İçleri yakan, esrik bir gülümsemeyle bakıyordu yüzüme.

Son günlerde de, bir deftere, şiirler indiriyordu yüreğinden. Bir türlü, o şiirleri okumaya cesaret edemedim...

Her ne kadar, ?sen şiirden anlarsın, şunlara bir bak? dediyse de, ben bir türlü bakamadım; o hicran şiirlerine...

***

Günler geçtikçe durum kötüye doğru seyrediyordu. Bir hafta sonu Turhal´a, oradan da tedavi için Samsun´a gittiler. Hastanede bir müddet yattıktan sonra Turhal´a döndüler. Onun döndüğünü duyunca Sivas´tan yanına gittik. Sanki onca hastalığı çeken biri değilmiş gibi, bizi hep o tebessümüyle karşıladı. O kadar metanetli duruşu vardı ki; bu satırların yazarı, bunu anlatmakta inanın aciz kalır.

İki gün kaldıktan sonra Sivas´a döndük. Ara ara İsmail´den haberler alıyor, olumsuzluk yüklü kelimeler içimi kanatıyordu. Ve bir hafta sonu gelen acı haber, yüreğimizdeki kuşların kıyıya vurmasına neden oldu. İsmail, hayata gözlerini yummuştu. Sükût içinde terk etmişti bu dünyayı. Ayaklarımdan, bağbozumu sonunda bağdan çekilen sular gibi, derman çekildi gitti.

Acı haberi alır almaz, yola koyulduk. Uzadıkça uzayan yolun sonunda, Turhal´ın Çamlıca Köyü´ne vardık. Mezarlığın bir köşesinde, kendi gibi mütevazı bir yerde, sonsuzluk uykusuna dalmıştı.

Annesi ve babasının yıkılmışlığına, bizim yıkılmışlığımız da eklendi. İçimizden bir parçayı orada bırakarak, Sivas´a döndük?

Sahi sevgili okurlar, insan yüreği, yitikler coğrafyasıdır değil mi?

 Bulduklarımızı kaybeder, kaybettiklerimizi de hep arar dururuz. Bir tek hatıralar kalır geride. Kendimizi, yalnız hissettiğimizde, anıları çıkarıp avuçlarımızı ısıtırız. Yitiklerimizin ıssızlaştırdığı coğrafyalarda, birkaç cansız fotoğraf hatırlatır yaşananları?

                                       OSMAN ÇELİK