Aidiyet Duygusu...

Aidiyet Duygusu...

Çağlar boyu kendisini insanlık âleminin mimarı addeden kimi kişilik, yönetim veya ideolojiler, zaman geçtikçe gördük ki insanı asıl mecrasından döndürüp kendi heva ve hevesinin ve fantezilerinin yaldızlı dünyasına çekmiştir

          AİDİYET DUYGUSU VE NESNEL BAĞLILIK PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE

             Âdemle başlayan insanlık âleminin maceralı tarihine bir göz atacak olursak inançların duyguların, düşüncelerin ve toplumların hareket tarzlarının girift seremonisini görürüz. Tarihin çeşitli dilimlerinde insanların sürüler halinde güdüldüklerini, kimi dönemlerinde bir kişilik kahramanlık ordularının, önüne kurulan bütün tuzakları paramparça ettiğini görürüz. İnsanlık sürüleşmeyle ben olma arasındaki çetrefilli yol üzerinde yolculuk mahkûmiyetine duçar oldu yüzyıllarca. Ama çoğu zaman insan bu yollardan sürüleşme yolunu tercih etti. Kendi zihni melekeleri üzerinde egemen bir insan profili silinerek yerine başkalarının zihni kuruntularına mahkûm bağımlı psikolojiye sahip bir insan portresi tasarlandı. Bu planlı tasarımın içeriği toplum mühendislerince doldurulmuş bir kurgular manzumesi olduğunun akıllı her fert tarafından bilinmesi gerekmektedir.

            İnsan benliğine yüksek iradece yüklenmiş ve adına fıtrat dediğimiz ilahi kodlamanın huzur verici, doğruya, iyiye ve güzele yöneltici yüksek direktiflerinden, beşeriyetin şeytani planlarının monarşik yönlendirmelerinin nesnesi konumuna teslim edilmektedir. Bu yön ve cephe değiştirme operasyonu tarihin akışı içerisinde sürekli uygulanagelmiştir. İlahi nefesin kutsal tınısını beşerî gönlün ve zihnin damarlarından sıyırdığınız zaman ortaya iflah olmaz bir hasta ve amansız bir canavar çıkacaktır. Nitekim çeşitli dönemlerde yapılan soykırım ve kıyımlar bunu ispat eder niteliktedir.

            Çağlar boyu kendisini insanlık âleminin mimarı addeden kimi kişilik, yönetim veya ideolojiler, zaman geçtikçe gördük ki insanı asıl mecrasından döndürüp kendi heva ve hevesinin ve fantezilerinin yaldızlı dünyasına çekmiştir. Bahsi geçen kronolojik realitenin, farklı zamanlarda, yüksek iradece gönderilen nebiler tarafından önü kesilmiştir. İnsanlık âlemi beşerî yönlendirmelerin esaretinden kendisini hak elçilerinin ilahi söylemlerini, ezelden ruhuna kodlanan fıtrat gerçeğiyle örtüştürerek yeniden kurtarmıştır. Fakat bu hatırlamalar zinciri, unutmalar zinciri tarafından yine kesintiye uğramıştır.  İnsanoğlu elçiler tarafından kendisine hatırlatılan mümtaz görevini her defasında unutmuş; psikolojik ve nefsi dürtülerinin esaretine girmiştir. Yıllar yılı değişmeyen bu kısır döngü yüzyılımızda en acımasız ve barbarca işlemektedir.

            Toplumların ve fertlerin davranış tarzlarını dizayn eden toplum mühendisleri şunu bilmektedir ki, ferdi bilinçle ve bireysel mantıkla hareket eden bireylerden oluşan akıllı bir toplum hiçbir zaman güdülemeyecektir. İnsanlardan bir kısmının bazılarını köleleştirme güdüsünün insanlık var oldukça devam ettiğini kesin olarak söyleyebiliriz.  Neden insanlar başka birilerinin hayata bakış tarzına saplanır kalır? Neden kendi aklıyla hareket etmez? Neden ruhi fantezileri akli tasavvurlarının önüne geçer? Kutsal kitapların, nebiler zincirinin, büyük düşünürlerin ve sanatkarların tasarladığı ideal insanın ve ideal toplumun tarihin lokal dönemlerinde gerçekleştiği görülüyor. Ancak kendi iç dünyasına yabancı insan, yeniden kronik unutmaların ve kaypak ihanetlerin pençesine düşüyor.

            Benliğine hâkim olamama çağımız insanının en amansız hastalığı olarak beliriyor. Bu iflah olmaz hastalığın en büyük belirtisini aidiyet duygusuyla oluşan kör saplantılarda görüyoruz. İnsan kendi zindanını kendisi inşa ediyor; kendi kelepçesini kendisi takıyor. Modern feodalizm bu noktada beliriyor. Orta çağ Avrupa´sının toprak ve üzerinde yaşayan halkın emeğine, alın terine, özgürlüğüne pranga vurmaya dayanan ilkel feodalizmi yakın zaman diliminde daha kaypak ve sinsice girmektedir. Günümüzde ruhlar beyinler davranışlar tutumalar hareket tarzları hatta mimik hareketlerine kadar insana dair her şey kaynağı belli bir güç tarafından yönlendirilmektedir. İlkel dönemlerde yalnız içinde yaşadığı küçük topluluğun davranış kalıplarını sergileyen ve hayal dünyası zengin olan insan içinden doğduğu çevrenin her şeyine katılmakla başlayan bu ön kabullenme zamanla küresel bir teslimiyetle ve insanın eleştiri mekanizmasının devre dışı kalmasıyla neticelenmektedir. Bu küresel davranış saplantısı sanayileşmiş toplumların daha çok geleneksel toplumlar üzerinde ki ruhsal hakimiyetlerinin işaretlerini de veriyor. Ardından aman bilmez bir bağımlılık ve kör kütük fanatizm kendisini göstermektedir. Bu kitlesel yönlendirmelerde medya aygıtlarının büyük katkısı inkâr edilemez bir gerçektir. İnsanın nesnel dünyanın yaldızına kapılması en büyük nedenlerden birisi olarak karşımıza çıkıyor şüphesiz. Günümüz nesnel işgalin ve bu işgale boyun eğen insanın portresini çıkarıyor karşımıza. Geçmişte bilimin yoksunluğuyla oluşan maddesel atalet, insan eylemlerinin de daha sade ve statik olmasının sebebi oluyordu. Bilimsel buluşlardaki baş döndürücü hız nesnel hareketliliği de beraberinde getirdi. Önceleri İnsan psikolojisindeki sadelik netlik ve doğallık nesnel çeşitliliğin artmasıyla yerini tepkisel hızlanmaya bıraktı. Bu davranışsal hızlanma tutumlardaki akıl yoksunu gösterilerde kendisini ortaya koyuyor. Bir olay karşısındaki basit tepkiler, agresif hareketler, kitlesel sürüklenmeler ve fanatik davranışlar bu nesnel köleliğin tipik belirtileri olarak beliriyor.

            Bir gruba ait olma duygusu günümüz insanında en baskın karakter olarak çıkıyor ortaya. Aslında bu duygu çocuklarda baskın bir şekilde bulunur. Bir aileye ait olma, bir babanın veya annenin koruması altına sığınma şeklinde beliren çocuksu duygu mantık öncesi devrenin bir davranış biçimidir.  Daha çok toplumsal yapımızdaki korumacı ve kollayıcı anlayışın baskın olmasından kaynaklanıyor. Sürekli büyüklerinin korumasıyla ve direktiflerine bağımlı yaşayan bu prototip, mantıksal devrede de duygusal aidiyetin etkisinden kurtulamıyor. Ve karşımıza sakallı bıyıklı çocuklar çıkıyor. Bu duygusal şartlanma yöntemiyle gelişen hayat şekli koca koca çocuklar yayıyor topluma. Ardından kendi kararını vermekten aciz, olaylar arasında mantıksal bağ kuramayan birey, kişilere olaylara, fikirlere, inançlara içinde yaşadığı gruba mantık dışı bir bağlılık geliştirerek kör saplantı içinde sadece aidiyet duygusunun tatminine yönelik bir bağlanma yoluna gidiyor. Bu davranış şekli insanımızın gerçekçi ve bağımsız düşünme ilkelerini uygulayamamasından ve birey olamamasından kaynaklanıyor. Batı toplumlarında bireysellik ön plana çıkıyor. Her bireye çocukluktan itibaren realist düşünme ve gerçekçi davranma aile ve okulda kazandırılıyor. Çocuk büyüdüğünde bireysel düşünmesi nedeniyle sağlıklı karar verebilmekte mantıksal düşünebilmektedir. Batıda ki bilim ve teknolojinin gelişmesini de bireysel düşünüş ve davranış tarzına bağlayabiliriz.

Doğu toplumlarındaki şartlanmacı ve aidiyet duygusuna dayalı hareket tarzı birçok toplumsal huzursuzluğunda temel nedenidir. Ezber ettiğimiz davranış kalıpları ve düşünce tarzlarını yeni sorgulamalardan ve mantıksal süzgeçten geçirmeden eleştirisiz bir kabullenmeye dayalı bir yaşam biçimi ortaya koyuyoruz. Çocuklukta ataerkil hayatın cenderesinde sıkışan birey büyüdüğünde de bu cenderenin etkisinden kurtaramıyor kendisini. Geleneklerin, sorgusuz kabullenmelerin, otoriter uygulamaların gölgesinde sağlıksız bir toplum inşa edildi. Bir birey kendi kendisine şu soruyu sorabilmelidir. Ben baba ve annem gibi düşünmek ve onlar gibi inanmak zorunda mıyım? Neden içinde yaşadığım kesimin inanç tarzını da benimsemeliyim? Geçmişten günümüze silsile yoluyla gelen davranış kalıplarını sergilemek zorunluluğu var mı? Ya da yaşadığım sürece içinde yaşadığım toplumca iradem dışı yüklenen kişilik acaba ben miyim? Yoksa ben ben değil miyim? Ben başka bir kişilik olabilir miydim?

İçimizden gelen bir ses zaman zaman şu soruyu da sordurabilir. Afrika´nın balta girmemiş ormanlarında bir zenci kabilede doğsaydım davranışlarım aynı onlar gibi olur muydu? Veya bir Eskimo ailesinde doğmuş olsaydım onlar gibi düşünür müydüm? Bu soruların cevabı kesinlikle evet olacaktır. Bizler içinde yaşadığımız toplumca ruhumuza dikte edilen takma kişilikle yaşıyoruz. İrade dışı, dışardan dikte yoluyla dayatılmış bir kişilik profiliyle karşı karşıyayız. Bu kırılması zor, çelikten zırhla donatılmış kişilik sorunu insanlığın en büyük sorunu. Özellikle ülkemizin? Her birey kendisine dayatılan kişiliğin tesirinde bir çeşit cezbelenme vaziyetinde yaşıyor. Dini inançlarımız, mezhepsel bağlılıklarımız, siyasi kimliklerimiz, ideolojik takıntılarımızın hepsinde bu ön kabulümüz olan aidiyet duygusunun tesiri altında. Halbuki aslolan mantıksal düşünüş evresinde, donandığımız bütün davranışlarımızı, tutumlarımızı, inançlarımızı yeni sorgulamaların süzgecinden geçirerek bireysel kabullenmelerin ışığında hareket etmeliyiz.  Geçmiş toplulukların ve günümüzdeki bazı doğulu toplulukların mantık dışı tapınmalarını buna örnek gösterebiliriz. Putperestlik veya paganizm nesnel bağımlılığın ve aidiyet duygusunun ilkel şekillerinden başkası değildir. İlk çağlarda görülen klan kültürü de bu şartlanmacı kabullenmenin ve dayatmacı aidiyetin en tipik örneğidir. Bu klasik bir örnek olabilir. Kimse üstüne alınmaz belki. Klan kültürü günümüzde gelişmiş aygıtların gölgesinde post modern bir kisveyle yeniden insanlığın karşısında durmakta. Her nedense kimse içinde yaşadığı klanın davranışlarını şartlı refleksle sergilediğini söylemez. Klasik psikolojideki uyarıcı ile uyarılan arasındaki etki tepki kısır döngüsünde bocalayan bir insan tipi inşa edildi. Herkes kendince daha mantıklı daha çağdaş daha ilerici bir kafa yapısına sahip olduğunu iddia eder hep. Âmâ gerçeğin öyle olmadığı gün gibi ortadadır. Bunu toplumsal kamplaşma, ideolojik bölünme, ırki ayrışma, mezhepsel saplanmalarda daha berrak görebiliyoruz. Hatta aynı grup zamanla değişik fraksiyonlara da ayrılarak daha küçük küçük gruplara ayrılabiliyor. Aynı takımı tutanlar bile aralarında duygusal bir bağ kurabiliyor; farklı takımı tutanlar da aynı şekilde ayrışabiliyor.  Bu defa daha önce bağlı bulunduğu sosyal yapı acımasız eleştirilere tabi tutuluyor; şimdi bağlı olduğu grubun doğruluğu anlatılıyor. Buna benzer davranışlar tamamen şartlanma yoluyla gerçekleşen davranışlardır. Ferdi bilinçle oluşmuş herhangi bir oluşumu rastlamak pek olası değil doğu toplumlarında. Bir çeşit neoklan yapılanmalarının şartlanmacı oluşumları gerçekleşiyor. Özellikle ülkemizdeki sivil gruplaşmalar sanki tek hücreli canlı gibi bölünerek çoğalıyor.

Günümüz Türkiye´sinde ki toplumsal travmaların temelinde aidiyet duygusu ve nesnel bağlılık psikolojisinin olduğunu iddia etsek herhalde yanılmış olmayız. Bunu daha somut örneklerle izaha çalışırsak daha somut verilere ulaşmış oluruz. Bir televizyon programında mikrofon tutulan bir vatandaş biz babadan A partiliyiz diyordu. Bir diğeri biz B partisinden başkasına oy vermeyiz diyordu. Siyasi seçimlerimizi bile babadan gelen bir silsile belirlerken nasıl özgür iradeden, hür düşünceden bahsedebiliriz?  Örneği daha da basitleştirirsek gurbette yaşayan insanların kendi memleketlisini bulması ve onunla hareket etmesi şeklinde kendini gösteren memleketçilik, bizim kasabadan, bizim köyden, bizim mahalleden, bizim sokaktan şeklinde devam ede gelen bir sokak milliyetçiliğiyle devam eder. Aidiyete dayalı sağlıksız biz duygusu gerçek dışı bir bağlanmanın belirtisidir. Gönül birlikteliğine dayanmayan her bağlılık çürük, her hareket koftur; temelinde nesnel bağlılık psikolojisi ve aidiyet duygusu vardır. Bizden olsun çamurdan olsun, ya da başkası cehennemdir şeklinde beliren bakış tarzı nesnel bağımlılığın ve aidiyet duygusunun insanı getirdiği ilkel noktayı göstermesi açısından ibret vericidir. Bu akıl ve mantık dışı dayatmaların gölgesinde geleceğin akıllı ve modern toplumunu inşa edemeyiz.  Her şeyden önce ülkede akıl sorunu var. Birey olamama sorunu var. Her birey hayata bakış ve düşünüş tarzını yeniden gözden geçirmeli akli ve gerçekçi bir düşünüşün sistematiğini oluşturmalıdır.

            Bu kişilik tipi siyasi sistemlerin ve bazı ideolojilerin hayatın merkezini yanlış bir noktaya oturtmalarının dramatik bir ürünüdür. Hayatın merkezine nesneyi veya maddeyi koyduğunuz zaman insanın geldiği bu nokta şüphesiz kaçınılmaz olacaktır. Geçmişte insanı maddesel köleliğin aygıtı yapan komünizm vicdanlarda gerçekleşen reddiye ve protestoyla insancıl olmadığını gösterdi. Günümüzde hala varlığını devam ettiren kapitalizm nesnel köleliğin yanında bide parasal köleliği eklemiştir. Hayatın aslı olmaktan çıkarılan insan kendi dünyasına yabancılaşmayla yeni bir yabancılaşmanın kapısını aralamıştır.  İnsanı hayatın merkezine koyduğunuz zaman insan gerçekten insanlığının bilincine varacaktır. Ve özgürleşecektir. Özgürlük istiyoruz diye feryat eden kimi kitlelerin maddesel esaretin pençesinde kıvranan ruhlarının sesine kulak vermeleri gerekmektedir. Maddesel verilerle çevrelenmiş bir insandan sağlıklı davranması beklenmemelidir. Bütün evrenin insan için yaratıldığı bilinci verilmelidir.  Toplumsal sistemler maddeyi insanın hizmetine sunacak şekilde organize edilmelidir.  Bireysel bilinç ve bireysel akıl süratle inşa edilmelidir. Eğitim sistemimiz akıl, mantık, bilim ve birey üzerine inşa edilmelidir. Bireysel aklın ve bireysel hareket tarzının belirgin olduğu toplumlarda kolektif akıl ve kolektif bilinç süratle gelişecektir. Buda toplumsal acılar toplumsal travmalar asgariye indirilmesi anlamına gelmektedir. Şunu unutmamalı ki batı toplumları bunu başardığı için ilerlemiş ve modern bir toplum olmuştur. Bireyi yok sayan bir toplum tasavvuru asla mutluluk huzur ve refah getirmez. Nitekim tarikat ve cemaat yapılanmalarını incelediğimizde bu akıl ve mantık yoksunu, mutlak itaate dayalı insan tasavvuru, ruh sağlığı bozuk kişiler ortaya çıkarmaktadır.

Adı öyle konmasa da tamamen kişiye tapınmaya sevk eden ve ona özendiren bu anlayışlar ilerde gerek devlet hayatında gerekse toplum hayatında tamiri imkânsız acı ve travmalara sebebiyet verecektir. Çok masum dini duygularla katıldığımız bu akıl yoksunu yapılanma ve gruplar büyüdükçe önü alınamaz bir felaket yumağına dönüşecektir. Çünkü bireysel aklın ötelendiği her durum pisliğin başlangıcıdır. Pislikten ve felaketten başka bir şey üretmez.

            Birey olamayan bir kişilik tipi aidiyet duygusunun tatminine yönelecektir. Bir grubun içinde kendini bulma şeklinde beliren ilkel insan davranışı koşullanmış davranış tarzlarının belirgin özelliğidir. Aidiyet duygusunun tatminine yönelik geliştirilen bu tutum sadece dini gruplarda kendini göstermez. İdeolojik saplantılar, politik taraftarlık, sivil toplum örgütlenmeleri içinde de büyük oranda kendini göstermektedir. Geçmişte yaşanan toplumsal acılar: politik çatışmalar, mezhepsel ve dinsel savaşlar aidiyet saplantısının etki ettiği büyük travmalardı. Bir nesneye, bir kişiye, bir gruba, bir inanca akıl dışı bağlılık süregelen toplumsal zıtlık ve çatışmaların zeminini oluşturdu.

            İleri sürdüğümüz modern çağ, akıl çağı, bilgi çağı tezlerinin, birtakım uygulamalara ve kişilik tipine baktığımızda çürüdüğünü görüyoruz. Akıl ve bilgi çağı insanının kula kulluk etmemesi gerekir. Çünkü akıl bize bireysel düşünmeyi öğütler. Bireysel düşünüş kolektif bilincin giriş kapısıdır. Birey özgürleşmeden, toplum asla özgürleşemez. Bireysel olarak yetkin aklın verileriyle yaşamayan fert aidiyet duygusunun tatminine yönelecektir. Bu da sorgusuz kliklerin kucağına itecektir onu. Bundan sonrası içinde yaşadığı kliğin kendisine dikte ettiği şartlanmacı davranışları gösterecek, kendisine dayatılan her türlü telkini gözü kapalı kabul edecektir. Doğu toplularında meydana gelen kangren olmuş toplumsal olayların temelinde bu kişilik sapması yok mu acaba?

                                                                                Emsali KARADUMAN



Anahtar Kelimeler: