Tarih: 26.04.2020 01:27

AH O KAĞNILAR!..

Facebook Twitter Linked-in

Şafakla doğardı günümüz. O gün gidilecek tarlaların uzaklığına göre erken kalkılırdı. Akşamdan kayıtlanmış kağnıların eksikleri, sabahın seherinde bir daha kontrol edilirdi. Dirgen, tırmık, anadut, sabındırık, urgan tek tek gözden geçirilir; mazılar yağlanırdı.

Hemen her evin içinden ahırlara açılan kapılar vardı. O kapılardan ahırlara girilir, kapı açılınca, yatan hayvanlar ayağa kalkardı. Musurlara mengildekle bağlı olan öküzler, sevilip okşanarak çıkarılırdı ahırlardan?

***

Her öküzün de ayrı bir adı olurdu. Evlerin geçimleri için ağır yükleri sırtında taşıyan; sakar, çıtak, ala, kolük, kara, al, gonğur öküzler Çifter çifter koşulurdu kağnılara.

Bazı evlerin iki, bazılarının da bir kağnıları vardı. Kimi evlerde de bir kağnı bir atarabası olurdu. O günlerin nakliye aracı olan bunların sayısı, tarlaların çokluğuna bağlıydı.

Şafakla yola çıkılır, seherin ayazı sırtımızdan geçerdi. Önümüzden giden ve arkamızdan gelen kağnıların teker sesleri o ıssız arazi yollarına can katardı. Tarlalara varana kadar güneşin ışıkları da sırtımızı ısıtmaya başlardı. Bir veya bir kaç gün önceden biçilip; kelleleri içeri, sapları dışarı gelecek şekilde, desteci gelin ve kızların, türküler ve maniler eşliğinde yığdığı yığınların kenarına, kağnıları çeker ve öküzleri kağnılardan koyururduk. Kağnıların durumu dengeli ve mümkünse tezarazili bir şekilde ayarlanıp, yerin eğimine göre tekerlerin arkasına veya önüne taşlar konarak; kağnının oku da merdivene konurdu.

Önce garaçanın içi destelerle doldurulurdu. Sonra bir kişi kağnının üstüne çıkar, bir kişi de dirgen veya anadutla yığından aldığı desteleri, kağnının üstündeki kişiye uzatırdı. Uzatılan desteyi kucaklayarak sağa, sola dize dize kağnı vurulurdu. Kağnı vurmak görsel bir sanat gibiydi.

Yığın bittikten sonra urgan atılır, çeke çeke sımsıkı şekilde kağnılar urganlanırdı. Küçük tırmıklarla da sarkan saplar çekilir ve kağnılar yola çıkacak hale getirilirdi.

Kağnılar yüklendikten sonra öküzler koşulur ve yola çıkılırdı. Mazılardan çıkan gıcırtılar türkü gibi gelirdi. O ağır yük altındaki hayvanlara mümkün olduğu kadar sevecen davranılırdı. Bazen yük altında çalışan öküzlerin, boyunduruktan boyunlarının şiştiği de görülürdü. Şişen boyunlar koşumdan önce kuyruk yağıyla yağlanır, yumuşatmak İçin ovulurdu.

Yükünü alan kağnılar, köyün içinde veya dışındaki harmanlara gelir; saplar cinsine göre yığılırdı. Öyle ki bazen on, onbeş, yirmi yığın bir yere yığılarak harman oluşturulurdu. Tahılların cinsine göre zerun buğday, topbaş, ağ buğday, karakılçık, çavdar, arpa harmanları yan yana yığılırdı.

Bir dönüm sap getirdikten sonra, saplar yıkılana kadar evlerden yemekler de gelmiş olurdu. Kağnılar boşaltılınca bir gölgelik yere sofralar kurulurdu. Yemek yendikten sonra biraz da azık alınarak ikinci dönüm için tekrar tarlaların yolu tutulurdu.

İkinci dönüm İçin tarlalarda yüklenen kağnılar yollara çıkarılır, vakit erkense öküzler koyrulur yaylıma bırakılıp, kağnıların gölgesinde veya gözelerin başında bir sohbet başlardı. Gençler öküzleri yayarken dedeler ve babalar pınarların başında azıklarını ortaya kor, hem birşeyler atıştırır hem de o günün yorgunluğunu giderirlerdi. Tabakalar çıkarılır, tütünler sarılır, sohbetler koyulaşırdı.

İkindi geçgini kağnılar tekrar yola çıkarılır, peş peşe dizilirdi. Akşamın rüzgarı çok serin eserek; peş peşe dizilmiş otuz, kırk kağnının kaldırdığı tozları, bulut gibi gökyüzüne yayardı.

Kağnıların bu diziliş şekliyle köye dönüşü muhteşem bir görüntü verirdi. Bazen aşırı rüzgardan, kağnıları yel atar devirirdi. Bazen de gevşek çekilmiş urganlar yüzünden saplar kayardı.

Bu olumsuz durumlar, elbirliği ile giderilir, herkes birbirine yardım ederdi. Bazı yollarda kağnıların derelere yuvarlandığı da olurdu.

Olurdu olmasına da köylü birinin derdini, kendine dert eder; elinden gelen her türlü yardımı yapardı.

Kağnılar köye geldikten sonra harmanlarda boşaltılıp evin yolu tutulurdu. Bir kaç gün önceden toplanmış zorotu ile kaynatılmış sıcak sularla cağlıklarda banyo yaparak üst baş değiştirip sofraya otururduk. Dedeler ve babalar ertesi günün hazırlıklarını tamamlayıp dinlenmeye çekilirdi. Gençler ise köyün toplanma yerlerinde biraraya gelerek gecenin geç saatlerine kadar sohbet ederlerdi.

Ah o kağnılar varya, şimdi daha iyi anlıyorum. Sadece sap taşımazlarmış. Dostluğumuzu, akrabalığımızı, komşuluğumuzu, millet oluşumuzu taşırlarmış da farkında olamamışız.

O kağnılar, ebe dede saygısını, ana baba duygusunu, kardeş ve yavuklu sevgisini sırtında taşımışlar da bilememişiz.

O kağnılar, yıllarca aile sorumluluğumuzu, güven duygumuzu, sadakatimizi, varlığımızı ve yokluğumuzu taşımışlar görememişiz.

Ya o kağnılara koşulan öküzler; insan sevgimizi, hayvan sevgimizi, dünümüzü, bu günümüzü hatta canımızı, boyunlarında taşımışlar da sezememişiz?

***

Belki o kağnıların zamanında, teknik yoktu, asfalt yoktu, apartman, otoyol, duble yol yoktu. Hatta okul ve okur yazar yoktu. Televizyon, cep telefonu, bilgisayar yoktu. Ama insanlık vardı, adet vardı, töre vardı. En önemlisi ebe dede, ana baba, kardeş, emmi, dayı vardı. Sülale vardı, aile vardı.

İşte o kağnılar bunları sırtında götürdü. Robotlar geri getirir diye mi acaba?

Saygılarımla...

 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —