MIHDAR EHMET
Sivas / Ulaş, Karacalar Köyü, Şubat 1976
Köprünün üstünden yürürken etrafıma bakınıyorum.
Eveeet, işte Fakir Baykurt’un anlattığı köylerimizden biri. Romanlarının, öykülerinin çoğunu okumuşum. Mahmut Ma-kal’ın “Bizim Köy”ü zaten bavulumda.
Dere boyunca upuzun dizilmiş kavak ağaçları dikkatimi çeki-yor. Yapraksız dallarına kar kümeleri yüklenmiş. Çok fazlalar, kesip satsalar iyi para eder.
Kiremitsiz, düz damlı kerpiçten evlerin ortasında bir cami. Caminin önünde, köyün de tam ortasında ise yuvarlakça çevrilmiş mezarlık ve mezarlığın diğer yanında okul.
Köyün ortasında da mezarlık mı olurmuş, ilk burada görüyorum, bırrr.
Akşam karanlığında mezarlık tarafına hiç bakmadan elimde bavul köyün içinde okula doğru yürüyorum.
Birkaç evin önünde birer traktör var, bunlar köyün varlıklıları olmalı. Önünden geçtiğim her evden bir köpek havlaması yük-seliyor. Köye bir yabancının girdiğini hissettiler galiba, gelip bana saldırmasalar bari.
Neyse, köpek saldırısına falan uğramadan okula ulaşıyorum. Okuldan sonra ev yok, bir tepe başlıyor. Öğretmen çalışkan gâliba. Okul bahçesinde çokça ağaç var. Yapraksız ve karla kaplı olduklarından pek anlaşılmıyor ama muhtemelen elma bunlar.
Okul binasının yan tarafından girişli iki küçük oda, bir mutfak lojmanın kapısını Âdil öğretmen açıyor, kendimi tanıtıyorum. Yanında kasketli, iri yapılı biri, o da “Hoş geldin,” diyor. Gözlerinin içi mi gülüyor, yoksa bana mı öyle geldi?
“Eeee Seferaa yeni öğretmenimiz de geldi. Artık ben yarın giderim.
Âdil öğretmen on beş yılını burada geçirmiş, biraz da kendi köyü olan Deliilyas’ta görev yapıp emekliye ayrılacakmış. Çayımızı içerken biraz sohbet ediyoruz.
Gözleri beni hiç tutmadı, bunu hissediyorum. Sakal tıraşını yeni olmaya başlamışım, genel görüntüm çocukmuş gibi.
“Seferaa, hava iyice kararmadan köyü bir dolaşsam?”
Gülüşüyorlar. Seferaa gülen gözleriyle gözüme bakıyor, sağ eliyle dışarıyı gösteriyor.
“La aha işte köy. Nesini dolaşacaan?”
Bulunduğumuz yerden köyün tüm evleri ve sokakları göz önünde, acemice ettiğim lâfa kendim de gülüyorum.
Seferaa’nın, sonradan orada geçirdiğim iki buçuk yılda en yakınım, koruyucum ve kollayıcım olacağını o anda bilmiyorum.
Âdil öğretmenin lojmanındaki uzun sohbetin ardından Seferaa beni okulun hemen yanındaki evine götürüyor.
Gece bastırdı, ortalık kapkaranlık, tipi artarak sürüyor. Elektrik yok Karacalar’da, gaz lambaları yakılıyor. Yine de çok karanlık, ürperiyorum.
Konuk odası açılıp tezek sobası yakılıyor, sofra kuruluyor. İnanılmaz lezzetli, üstüne kızarmış kuyruk yağı gezdirilmiş bulgur pilavı, ayran, yeni tanıştığım lavaş.
Lavaşlar üst üste yığılı, bir tane aldığında hemen yığının üstüne iki tane koyuyorlar. Misâfirin ne kadar yediği anlaşılmasın diyeymiş, ince düşünce.
“Gız Selma, yeni ooretmene hoş geldin de. Mukremin’e, Selaattin’e, Tahsin’e sesle onlar da gelsin.”
Bunlar Seferaa’nın çocukları, müstakbel öğrencilerim.
Sofra kalktıktan sonra insanlar gelmeye başlıyor, hepsi kasketli. Her gelen elimi sıkıyor.
“Hoş geldin.”
“Hoş bulduk.”
“Nassın, nöörüyon?”
Ardından oturuyor, orada bulunan herkes sırayla elini göğsüne doğru götürüp “merhaba” diyor, yeni gelen de hepsine ayrı ayrı “merhaba” diyor.
“Merhaba” “Merhaba”
“Merhaba” “Merhaba”
“Merhaba” “Merhaba”
Bulunduğum ortam, yaşadıklarım, bu insanlar bana öyle yabancı ki, apayrı bir dünyadayım. Büyükçe odada başköşede çocuk görünümlü ben, yanımda Seferaa ve yan yana büyük yaştan küçüğe doğru büyük bir “U” biçiminde, minderlere bağdaş kurup oturmuş yirmi - otuz kasketli. Kasket hep kafa-dadır, hiçbir zaman çıkmaz. Odanın tam ortasında ise gürül gürül yanan, yanları kızıl kızıl kızarmış tezek sobası. Soba ortamı o kadar iyi ısıtıyor ki, inanamazsın.
Diğerlerinden biraz daha farklı bir saygıyla karşılanan biri daha geliyor. İnce yüzlü, esmer, ufak boylu.
Tanıtıyorlar, Mıhdar Ehmet.
Onda kasket yok, hep bere ile dolaşırdı. Kasketi düğün, bayram gibi özel günlerde ve resmî işler için Ulaş’a, Sivas’a, gittiğinde takardı.
“Hoş gelmişsin hoca, nassın, nöörüyon?”
Elimi sıkıp Seferaa ile aramıza, yanıma oturuyor. Merhaba seremonisi bir daha.
“Merhaba” “Merhaba”
“Merhaba” “Merhaba”
“Merhaba” “Merhaba”
Daha sonra Muhtar Ahmet Kanmış ile çok güzel bir dostluğumuz olacaktır.
Ayrılışımdan yedi sekiz yıl sonra köye tekrar gittiğimde beni köyün ortasındaki mezarlığa götürdüler. Diğerleri üç Kulhü bir Elham okurken Muhtar Ahmet’in oğlu İsmail, delikanlı olmuş artık, kulağıma fısıl fısıl anlattı.
“Yüksek tansiyon hastasıydı hocam, bu sebepten beyin ganaması geçirdi, gurtaramadık bubamı.”
Allah rahmet eylesin, çok iyi bir insandı Muhtar Ahmet. Ardından eniştesi Seferaa muhtar seçilmiş. Seferaa’nın karısı Ayşe Ayten, Muhtar Ahmet’in kız kardeşidir.