Bir Öğretmenin ULAŞ Anıları!

Bir Öğretmenin ULAŞ Anıları!

Yakup KIVRAK Yazdı...

İMAMIN KATIRI

Sivas / Ulaş, Karacalar Köyü, 1978

Okulların açılmasına bir hafta kala geldim köye.

Yaz mevsimi bitmiş, harmanlar kaldırılmış, sebzeler kurutulmuş, kışlık hububat çuvallara doldurulmuş, Ulaş pazarında satılanlar satılmış, satılamayıp kalanlar ise kışlık tüketim için evlerin küçük ambarlarına konulmuş. Tezekler, kermeler yuvarlak yuvarlak kurutulup evlerin avlularına yığılmış, sonbahar başındayız ve artık kara kışı karşılamak üzere herkes hazır. 

Ders yılı başladı, ikinci haftadayız. Çocukların hepsine birden Türkçe kitabından okuma ödevi verdim. Sınıfın penceresinden köyü ve uzaktaki Ulaş yolunu seyrederek bu sene neler yapabileceğimizi düşünmeye başladım. İlk yıl Ulaş Çiftlik İlkokulu ve geçen yıl Baharözü İlkokulunda yaptığımız toplu 23 Nisan etkinliklerimiz güzeldi. Ama bunları burada yapmadık ki. Bu sene burada, Karacalar’da bir şeyler yapmalıyız. Önümüzde 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı var, ne yaparım, ne yaparım, diye düşünürken Ulaş yolundan bu tarafa doğru gelen bir at görüyorum. At ağır ağır yaklaşıyor. Biraz daha yaklaşınca atın üstünde birisinin olduğunu fark ediyorum. 

“Şimdiii, bizim bu yoldan pek atlı geçmez. Ya traktör olur, ya at arabası olur veya yaya gidilip gelinir Ulaş’a. Bu kim acaba?”

Biraz daha yaklaşınca iyice dikkatle bakıyorum. Bu at değil, çünkü daha küçük ve kulakları büyük, eşek galiba. Ama eşek de değil, çünkü eşek daha küçük olur. Bu, katır olabilir mi acaba, diye düşünürken köy girişindeki köprüye yöneliyor ve çok yaklaştığı için hayvanın üstündeki Bahattin imamı tanıyorum. Pörtlek İmam Bahattin.

Bir katırın üstünde, köye giriş yapıyor, camiye doğru yöneliyor. Katıra şık bir semer de koymuş, üstüne kurulmuş. 

Semer göz alıcı, süslü püslü, imam katırın üstünde çok azâmetli görünüyor, sanırsın Fâtih Sultan Mehmet Han, İstanbul’u fethetmeye gidiyor.

Beş dakika sonra cingöz Saadettin caminin yirmi metre ötesindeki evinden çıkıp hızlı hızlı camiye yürüyor ve çok kısa bir süre sonra elli metre yukarıdaki muhtarın evine doğru koşa koşa gidiyor. 

Seferaa da evinden çıkıp camiye doğru yöneliyor. Camiye doğru giden başkaları da var. En son Garpız Memedin ve cingöz Saadettin ile muhtar Ahmet’in camiye doğru hızlı hızlı yürüdüğünü görüyorum. Bakkal Kör Fazlı, dükkânının önüne çıkmış oradan seyrediyor. 

Okul biraz yüksekçe yerde olduğundan köyde olup biten her şeyi buradan rahatça izleyebiliyorum.

Aklım orada ama daha paydosa yarım saat var. Erken paydos edersem Seferaa çok söylenir, biliyorum. Mecburen bekleyeceğim ama aklım camide, katırda, imamda ve komşularda. Herkes orada, ne oluyor acaba, meraktan çatlayacağım.

Cumhuriyet Bayramı’na az kaldı, kalan sürede çocuklara güzel bir Cumhuriyet şarkısı öğretiyorum, törende söyleriz.

Derken paydos saati. 

Çocuklara ödevlerini verip paydos edip okulu kilitleyip elli metre aşağıdaki camiye koşturuyorum, herkes orada.

Caminin benim okulun avlusundan biraz daha küçük olan avlusundaki armut ağacına bağlanmış bir katır, yanında onun kulaklarını okşayan İmam Bahattin, nâm-ı diğer kör imam, bir başka nâmıyla pörtlek hoca, cami avlusunun taş örme duvarının dışında komşular. 

Cingöz Saadettin muhtar Ahmet’e bağırıyor.

“Mıhdar, bah geçen sene baa iki keçiyi zorunan sattırdın. Neyise, zarar etmediydik emme, bu ne oluyor şindi, hani garar varıdı?”

“La Saadettin, dur hele, önce bi meseleyi anlayak,” diyor muhtar Ahmet. Bahattin imama dönüyor, “Baattin hoca, sen garaarı biliyon deel mi?”

“Evet biliyom. Ben koyünüze gelmeden beş sene evvel rafarum yapıp almışınız garaarı. Buuu garar dediğin, Garacalı'da eşşeenen keçinin beslenmesinin yassak olduğuna dâir garar deel mi? Keçilerinen eşşekler gavak fidanlarını kemirdiği için koyde bu hayvanların beslenmesini yassakladığınız ve on sene evvel koycek oybirliğiynen aldığınız garar deel mi?”

“He, öyle. Dolayısıynan sen de koye bu hayvanı getiremezsin, koycek aldığımız garaarımız kesin. Rafarum gayıtları var. Garaara uymazsan zabıt dutarım.”

İmam gülüyor. 

“Emme bu ne eşşeeek ne de keçi mıhdar. Bu bir gatır gordüğün gibi. Dolayısıynan sizin garaara girmez. Sizin koycek aldığınız gararda gatır yok.”

Câmi avlusunun duvarının dışına yaslanıp dizilmiş kasketli komşular gülüşüyor.

Bahattin imam, katırının kulaklarını tekrar okşayıp sırtındaki süslü semeri indirip câminin duvarına yaslıyor.

“Ayrıcana da sizin garar baa işlemez. Ben devlet memuruyum, siz o garaarı aldıktan beş sene soona geldim bu koye. Keçi de getiririm, eşşek de getiririm, gatır da getiririm, ayı da getiririm, sırtlan da getiririm, kimse garışamaz. Ben bunu kendi koyüme gidip gelmek için aldım.” 

Pörtlek olan sağ gözünü iyice pörtletiyor. “Hadi şindi gidin ebdeslerinizi alın, birezden ağşam ezenini okuyacaam.” 

Bana dönüyor, “Yagup hoca, namaza gel deyeceem emme gelmezsin. Namazdan soora gel çay içek veya ben geleyim,” deyip minareye tırmanmak üzere camiye yöneliyor.

Bahattin hoca Bülent Ecevit’in partisine oy verdiği için pek sevilmezdi köyde, ama ne yapsınlar, mecburen beş vakit, Cuma, Bayram, Teravih vb. ardında saf tutuyorlardı. 

Komşuların çoğu ikna oldu katır meselesine ama cingöz Sadettin iknâ olmadı.

“Mıhdar, eşşeenen gatır aynı şey. Sen baa geçen sene zorunan sattırdın keçilerimi. Garaarımız hem eşşek hem keçi üzerineydi. Bu eşşek de bu koye giremez, garar var.”

Muhtarın kafası karışık, “La Saadettin dur hele, bi düşünek. Adamın dediği doğru, câmi avlusuna bizim garar işlemez ki. Herif mayışlı devlet memuru. Câminin avlusu da devletin arâzisi sayılır, oraya da garışamayık.” 

Beni gösteriyor, “Aha şu ooretmen de beş on dene keçi getirse, okulun baaçasında beslese ona da garışamayık. Okulun baaçası demek devletin arazisi demektir. Ayrıcana,” 

Câmi avlusunda ağaca bağlı katırı gösteriyor, “Ayrıcana bu keçi deel, eşşek de sayılmaz. Bu bir gatır. Dolayısıynan galacak burada, bi şey yapamayık. Hadi gidek ebdesimizi alak gelek bâri.”

Saadettin öfkeli, muhtar düşünceli, tüm diğer komşular gülüşerek evlerine dağılıyorlar. Birazdan gelip Bahattin imamın arkasında saf durup akşam namazını kılacaklar. Ben de gülümseyerek lojmanıma yürüyorum. 

Ertesi gün okulda normal müfredat derslerimi yaptıktan sonra son derste 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı töreni için çocuklara iki marş öğretiyorum. Beş altı marş, türkü yeter. Araya da birkaç şiir koyarız, okulun bahçesinde bütün öğrencilerimin katılımıyla güzel bir 29 Ekim gösterisi yaparız, diye düşünürken aklıma bir muziplik geliyor.

“Bu gösterimizde imam Bahattin’e davul çaldırayım.”

İlk sene 23 Nisan için muhtara aldırdığım köy davulu duruyor. Diğer vurmalı çalgılarımız da duruyor. Ben yine gitar çalarım, Baharözü’nün mandolin çalan, yürek hoplatan güzel öğretmeni tayin olup gitmediyse onu da çağırırız, işte orkestramız hazır.

Okulun geniş bahçesinde tüm köy ahâlisinin katılımıyla şöyle güzeeel bir Cumhuriyet Bayramı kutlaması yapalım. 

Pekiii, imamı bu gösterimize katılıp çocuklarla birlikte davul çalmaya nasıl ikna ederim? 

“Bir yolunu buluruz,” diye düşünerek o günkü derslerimi tamamlayıp, çocukları evlerine yollayıp okulun kapısını kilitliyorum.

Bu akşam çokça gitar çalışma isteğim var, gelen olmasa bâri. 

Albeniz'in Asturias'ını hallettim, Tarrega’nın Capriche Arabe adlı eseriyle uğraşıyorum, çok güzel ama zor bir eser. Gitar tekniğim epeyce gelişti son zamanlarda, bunu da hallederim.

Hava henüz tam kararmadı, lojmanımın penceresinden bakınırken camiyle mezar duvarı arasında Bahattin imamı görüyorum. Süslü semerini taktığı katırına binmiş, köyün içinde yavaş yavaş tur atıyor. Okula yöneliyor, lojmanımın önünden geçerken sesleniyor.

“Yaagup hocaaa, ağşam namazından soora gelecaam, çay demle, birez sohbet ederik.”

Haydaaa, bugün gitar çalışma planım yattı, geldiğinde yatsı namazına kadar gitmez.

“Tamam Bahattin hoca, gel namazdan sonra.”

Gaz lâmbamı yakıp, tüpün üstüne çaydanlığı koyuyorum. Hava epeyce serin, tezek sobamı yakıp içine kermeleri atıyorum. “Pörtlek hocayı üşütmeyek.”

Beş on dakika sonra minarenin şerefesinden Bahattin imamın akşam ezanı başlıyor. 

“Allaaahü ekber allaaaahü ekber, Yaagup hoca seeeen de geeeeel.”

“Namazdan sonra çaya geldiğinde şu davul çalma meselesini açayım bâri, onu mutlaka ikna etmem lâzım.”

Tüpteki su kaynadı, demliğe bolca çay koyup demliyorum ve imamı beklemeye başlıyorum. Demli çayı çok severdi rahmetli dostum. 

Namazdan sonra yürümek yerine katırına binip geldi. Oysa okul cami arası elli altmış metre kadar. Katırı okul bahçesindeki elma ağaçlarından birine bağladık. Çayımız tam tavşankanı demlenmiş, höpürdetti.

“La Yagup hoca, ne diyon sen? Ben davul mavul çalmam. Töbe tööbeee… Bah, dinimizce yasak, günah, bu bir. İkincisi, sırf Garacalı’da deel, yedi düvelde ağızlara sakız oluruk, bu iki. Çay gözel olmuş, doldur hele. Bunu yaparsak Seferaa bizi tüfeğinen govalar, bu üç. Diyanet hakkımda govuşturma açar, mayışımdan olurum, bu da dört.  Vazgeç bu işten, ne yapacaasan çocuklarınan yap, beni garıştırma. Bi çay daha go.”

“Bak Bahattin hoca, bu iş dinimizce günah değil. Bana davulun, şarkının dinimizce günah sayıldığını gösteren bir tane âyet, bir tane hadis göster, derhal hacıya gidip gelip senin saflarında namaza başlayacağım, bu bir.”

“Yagup hoca, günaa giriyon şu anda. Çayı doldur hele, gözel demlemişin.”

“Yedi düvelde ağızlara sakız oluruz ama şöyle oluruz: İmam ile öğretmen elele vermiş, köyde Cumhuriyet Bayramı yapmış, derler. Ne güzel olmuş, derler, bu iki.”

“Çayın suyu birez soğumuş, altını yak. Eeee?"

“Seferaa’nın tüfeği yok. Onu ben hallederim. Belki senin yanında türkü söyler, bu üç.” deyince Bahattin imam kahkahayı basıyor, çok güzel gülerdi rahmetli.

“Diyanet kovuşturma falan açmaz. Çünkü yaptığımız iş yasalara, diyanete, dinimize aykırı değil, doğru bir iş bu da dört, var mısın?”

“Yok hoca, bu doğru bi iş deel. Sen işine bah, ben işime bahayım. Sen çocuklarını öğret, ben namaz gıldırayım, cenaze yıkayıp, altına pamık dıkayıp gömeyim. Beni garışdırma bu işe, bayramını yap gendi gendine. Hadi ben galkayım, yatsıya az galdı.”

“Otur otur, daha yarım saat var. Bir çay daha koyayım, güzel demlendi.”

“Eyi, goy bakalım. Emme ben bu işte yokum, habarın olsun.”

Çayını tazeliyorum.

“Pekiii, Bahattin hoca, gel pazarlık yapalım. Biliyorsun bu köye ben senden sonra geldim. Geldiğimden beri ne camine geldim, ne oruç tuttum, ne namaz kıldım.”

“Biliyom, biliyom, Allah seni affetsin.”

“Bunu bütün köylü biliyor mu, biliyor. Seferaa biliyor mu, biliyor. Muhtar Ahmed biliyor mu, biliyor.”

“Hepimiz biliyok, işallah rabbimizin affına mazhar olursun. Son bi çay daa go, yatsı ezenine gidecaam.”

“Bak, gel sen şu Cumhuriyet Bayramı törenimizde çocukların yanında davul çal,”

“Eeeee?”

“Bunu yaparsan ben de bundan sonra burada kaldığım bütün zamanda cumalara gelip, Ramazan’da oruç tutup, kurbanda kurban kesip, fitre zekât verip…”

“Ağnadım hoca. Bunnarı yaparsan belki olabilir. Emme sen ne namaz gılmayı, ne oruç dutmayı bilmezsin ki. İslâmın beş şartını da bilmezsin.”

Çocukluğumda Kur’an kursuna gittiğimi, hatim ettiğimi, bu kurslar esnasında bazen müezzinlik yaptığımı falan bilmiyor. Hâfızamda kaldığı kadar imama döktürmeye başlıyorum. 

Önce Yâsin sûresinin başından birkaç âyet okuduktan sonra sâbâ makamından bir sabah ezanı okuyorum, gözleri faltaşı gibi açılıyor Bahattin imamın. 

Ardından bir de tam makâmından Selâ okuyuverince pes ediyor. Son olarak Buhûrizâde Mustafa Itrî’nin Bayram Tekbiri ve Salât-ı Ümmiyesini de söyleyince nakavt oluyor. Yüzü kıpkırmızı. 

“Tamam la, Cumhuriyet Bayramında sizinnen davul çalacaaam söz. Seet gaç? Yatsıya geç galmayak. Hadi ebdes al, camiye gidiyok. Hadi hadi galk çabuk. Emme beş vakit gelecaan. Cuma’lara da gelecaan, Ramazan’da oruç da dutacaan, gurban da kesecaan, ben de bayramda sizinnen davul çalacaam, ağnaşdık mı?”

Elini tutup kurbanlık koyun pazarlığı yapar gibi aşağı yukarı sallamaya başlıyorum.

“Vakit namazları demedim Bahattin hoca, sadece Cuma namazlarına gelirim dedim. Şu oruç tutma işini de düşüneceğim. Sizinle sahura kalkarım ama gündüz acıkınca kimseye göstermeden yemeğimi yerim, akşam yemeğine sana iftara gelirim. Anlaştık mı?” 

Sıkılı ellerimiz aşağı yukarı sallanırken pörtlek olan sağ gözü ile gözlerime bakıp beş - on saniye düşünüyor. 

“Tamam la Yagup Hoca, ağnaşdık.”

Elini bırakıyorum. 

“Anlaştık Bahattin hoca. Hadi git yatsı ezanını oku. Seferaa ile dalaşma, iyi akşamlar.”

Dostum, rahmetli arkadaşım Bahattin imam, süslü semerli katırına binip aşağıdaki camiye doğru yöneliyor, minareye tırmanıp yatsı ezanını okumak üzere.

***

O sene Karacalar köyündeki Cumhuriyet Bayramı muhteşem oldu.

Okulun geniş bahçesine kadınlı erkekli tüm köy halkı doluştu. Öğrencilerim sıralandılar. Baharözü’nün güzel öğretmeni de mandoliniyle geldi. Offf, yine hafiften diz üstü kırmızılı beyazlı eteğini giymiş.

Boynunda asılı köy davulu, Bahattin imam iyi bir performans gösterdi. Çocuklar zaten çok başarılıydılar.

Cumhuriyet, cumhuriyet, en güzel şey hürriyet, nice zahmet, nice emek verdi sana bu millet.

Gazimin sen en büyük bir yâdigârısın bana, nice zahmet, nice emek verdi bu millet sana.

Bir kaç ay sonra görev köyümden ayrıldım, ayrılıncaya kadar da o akşam yaptığımız pazarlığımız sonucu vardığımız anlaşmamız üzerine Cuma namazlarında rahmetli dostum Bahattin imamın ardında saf tuttum.

Köyden ayrıldığımda imamın katırı caminin bahçesindeki armut ağacına bağlı idi. Ayrılışımdan yedi sekiz yıl sonra dostum Bahattin imam vefat edince katırı ne yaptılar, bilmiyorum. 

Muhtemelen vârisleri alıp kendi köylerine götürmüşlerdir. 

 

 



Anahtar Kelimeler: Öğretmenin Anıları!