Tarih: 10.12.2021 21:18

Bir Öğretmenin "ULAŞ" Anıları!

Facebook Twitter Linked-in

“Hocaam, gozünün yağını yidiğim hocam, gitar mı diyon gatır mı diyon bırak bu dımbırtıyı saz öğren saz!”

Hay Allah, ben bunu niye düşünemedim bir yıldır? Sağolasın be Hacıyagup, aklıma düşürdüğün için sağol, varol.

Hemen ertesi sabah Baharözü minibüsüne atlayıp Sivas’a gidiyorum. Nerede satıldığını sorup öğrenip güzel bir “uzun sap bağlama” alıyorum kendime.

Akşam elimde saz Baharözü minibüsüne binip köye dönüyorum.

Ortalıkta pek kimse yok, komşular evlerinde, akşam karanlığı köyün üstüne çökmek üzere, henüz sonbahar grisi…

İleride caminin önünde Muhtar’la Cingöz Sadettin’i görüyorum. Cingöz’ün elinde bir ipe bağlı iki keçi, yüksek tonda, el kol sallayarak bir şeyler konuşuyorlar. Sanki tartışıyorlar gibi. Merak edip elimde saz yaklaşıyorum.

“La Sadettin, olmaz dedim gardaşım olmaaaz. Garara uyacaksın. Madem ki ehtiyar heyeti beş sene evvel böyle bir garar aldı, herkez gibi sen de uyacaan. Hemi biz bu gararı alırkene bütün gomşulara danışmadık mı? Okulda sandık gurup rafarum yapmadık mı? Saa da danışılmadı mı? Sen de ‘gayet uygundur’ demedin mi gözel gardaşım?”

“Garar alındığı sene gavak dikmeleri küçüğüdü mıhdar. Şindi bak etrafına var mı bi dene dikme? Hepisi böyüdü ga-vak oldu.”

Eliyle keçilerini gösteriyor:

“Bunnarın zarar verecee bi dene bi şey göster baa.”

“Cingöz, sen beni annamak istemiyon. Ben, ‘Garar böyle, garar galkmadan gararın aksine davranamazsın, suça girer,’ diyom.”

“Geçen ay Adilaa’nın getirdiği iki eşşeğe neye ses etmedin o zaman? Gararda hem keçi hemi de eşşek yoğmuydu? Adilaa eşşek getirince garar marar yok, Sadettin iki keçi geti-rince garar da garar… Gararınız batsın!”

“Tööbe tööbeee… La sinirimi oynatma ağşam ağşam. Adilaa ticaretini yapıyor bu işin. Ağşam getirdi, zabahınan gotürdü Ulaş’da sattı. Senin gibi beslemek, südünü sağmak için getirmedi ki… Bana bah Sadettin Egepehlivan, ya zaba-hınan gotürürsün bu keçileri aldığın yere geri verirsin, ya da zabıt dutarım, garara aykırı davranmakdan, gotürür işleme sokdururum habarın olsun!”

“Eyi la mıhdar eyi la, zabahınan gotürürüm. Yapalı’dan Hacıüseyinaa’dan aldıyıdım. Gotürür geri veririk, naapak. Emme şu gararı galdıralım artık. İstersen bi rafarum daha yap köy ahalisi arasında; bi sor bakak, gaç kişi gararın ardında duracak, bi görek. Şindi Hacıüseyinaa ne deyecek bahalım paramı geri virmezse nasıl olacah, yahasına mı yapışacaam, elim gırılaydı da rafarumda he demeyeydim… ”

Cingöz Sadettin söylene söylene, iki keçiyi öfkeyle çekiş-tire çekiştire evine doğru uzaklaştığından son söylediklerini duyamıyoruz ama elini kolunu hâlâ salladığına göre belli, söylenmeye devam ediyor.

“Hayrola Muhtar, nedir bu referandum, karar işi? Yeni duyuyorum.”

“Hoca, şu gavakları gorüyon mu?”

Dere boyundaki ve etraftaki çok sayıda kavak ağacını gösteriyor. Gerçekten çok kavak var.

“Bunnarın heç biri yoğudu. Senden önceki Adil Oretmen akıl verdi bir gün. ‘Mıhdar, gavak bol suyu sever. Bolca gavak dikek her yana, bunnar beş on seneye boyüyünce keser satarık, koyümüze ortak gelir sağlarık,’ dedi.”

Konu birden ilgimi çekiverdi:

“Eee Muhtar, sonra?”

“Soona hocam, gettik Ulaş Çiftliği’nden beş altı yüz gavak dikmesi (fidan) istedik. Bize hibe ettiler dikmeleri. Geti-rip imece usulüynen hep barabar diktik. Böyümeye yüz duttu-lar emme, bir yandan sayıları eğsiliyor. Bakıyoz kimi depe-sinden kemirilmiş, bakıyoz kimi yere devrilip kemirilmiş. Bi gozetledik ki keçiden, eşşekden başga bu işi yapan hayvan yoh. Kemirilenlerin yerine gidip çiftlikten dikme alıp yeniden dikdik, emme olmuyor. Keçilerinen eşşekler musallat bizim gavak dikmelerine. Ötee hayvanların, dikmelerin yanlarına bile uğradığı yoh. Ehtiyar heyetini topladım, durum vaziyeti-ni ağnatdım. Dedim ki ‘Gomşulara da danışak, soona da koy-de eşşek ve keçi beslemeyi yasaklayak. Elinde eşşee, keçisi olanlar gotürüp satsın, yerine inek, goyun alsın.’ ”

“Komşuların hepsinin de onayını aldınız mı?”

“Hem de hepisi. Sağlam olsun deye okulda rafarum da yapdık. Sandık gurduk, gizli oy verdirdik. Oyların hepisi de ‘evet’ çıhtı. Demek oluyor ki şu Cingöz Sadettin de ‘olur’ dedi. Biz de bu rafarum sonucuna göre gararı çıkarttık. Bun-dan böyle Garacalı Köyünde şu ve de şu sebepten dolayı keçi ve eşşek beslenmesi yassahlanmışdır. İstersen gel, gararı def-terden gozüğünen gör.”

Bir kahkaha atıyorum:

“Yav hakkaten be Muhtar, bir seneyi geçti buradayım, köyde eşek, keçi olmadığını şimdi fark ediyorum.”

Gerçekten de koç, koyun, inek, öküz, at, tavuk, kaz, kedi, köpek, kuzu, hepsi var da keçi ve eşek yok köyde.

“Bence siz bu kararı kaldırın artık. Baksana kavaklar bü-yümüş, kemirilecek hali kalmamış.”

“Olmaz hoca, şindi seneye bunnarı kesip satacağık, köy ortak kasasına para girecek. Soona yerlerine yeniden dike-ceez. Gararı galdırmak yok. Eşşek, keçi de olmayıversin. Alıştık nasolsa eşşeenen keçinin yokluğuna.”

Muhtar, elimdeki bağlamayı yeni fark ediyor:

“Hayırdır hoca, yeni dımbırtı mı aldın?”

“He ya Muhtar, bunu çalmayı öğrenirsem ara sıra komşu-lara çalarım diye düşündüm.”

“Eyi olur hoca. Tavuk kestiyidim boğün gel barabar yi-yek.” “Ben Sivas’ta yedim Muhtar, lojmana gideyim, hadi iyi akşamlar.”

“Eyi ağşamlar hoca.”

İletişim çok hızlı burada. Bağlama getirdiğim anında du-yulmuş, daha yarım saat olmadı, ilgililer damlamış, bağlama-yı görmek üzere lojman kapısında beni bekliyorlar.

“Komşular, hele durun, bana üç beş gün müsaade. Hele biraz çalmayı öğrenek ondan sonra çalarız. Gelin size çay demleyim.”

“Eyi o zaman öğren de öyle gelek. Şu gatır mı gutur mu dediğin dımbırtıyı da galdır zobaya at, bunu çal bize. Hadi eyi ağşamlar,” diyor Garpuz Memed.

* * *

“Eee şimdi bunu nasıl öğreneceğiz? Okulda bana öğretilmedi ki… Elbette Yapalı’nın öğretmeninden; hiç fena çalmıyor. Geçen yıl bizim Ulaş Çiftlik konserimizde döktürmüştü.

Akort düzenini ve bir iki temel çalma tekniğini öğrenirsem gerisini kendim getiririm burada. Yarın gideyim bari. Elde bağlama Yapalı’ya kadar sekiz kilometre yürünmez. Öme-raa’ya rica etsem beni traktörüyle götürür getirir mi ki? Öme-raa kırmaz beni,” diye düşünürken aklıma geliveriyor birden:

“Yav, yarın sabah Cingöz Sadettin keçileri geri götürecek ya Yapalı’ya, onunla gidersin işte.”

Hemen kalkıp Sadettin’lerin Karabayır yamacındaki evle-rine gidiyorum. Köyün bütün köpekleri öğrendi, tanıdı, sevdi de şu Sadettin’in uyuz köpeği Sarı öğrenemedi beni. Hırlayıp üstüme yeltenip paçama yapışıyor yine. Bir tekmeyle savuş-turuyorum, yoksa soluğu Ulaş Sağlık Ocağı’nda alırız, en az beş dikiş. Üstüne tetanoz, kuduz aşısı, uğraş dur…

Ahırdan, buram buram taze tezek kokuları eşliğinde Sa-dettin’in sesi geliyor. Hızını alamamış, hâlâ söyleniyor:

“Gararmış! Gararınız batsın. Tamam, biz de ‘he’ dediyi-dik emme o beş sene evveliydi. Şimdi dikme mi galdı fidan mı galdı. Şu iki keçi gedip de gavakları mı kemirecek? Nola-cah şindi ya herif paramı geri virmezse?”

“Hanım, babanı sesle hele.”

Hanım, ikinci sınıfta, adı gibi hanım hanımcık bir öğren-cim.

“Bubaa, örtmenim seni çaarıyo.”

“Hoş geldin hoca, buyur, ne varıdı?”

Sesi hâlâ öfkeli.

“Sadettinaa, sabah keçileri götürmeye Yapalı’ya gidecen mi?”

“He hoca, gideceem, nolmuş?”

Ters ters bakıyor.

“Bi şey yok, bi şey yok, ben de geleceem seninle, gider-ken Hanım’la haber et bana.”

“Sen needecaan ki Yapalı’da?”

“Hacı Hüseyin paranı vermezse sana yardım ederim diye düşündüm.”

Dalga geçip geçmediğimi anlamak için kuşkuyla ve dik-katlice bakıyor suratıma.

“Hanım’la haber etmeyi unutma sabah çıkarken, hem ke-çileri de birlikte yükleriz römorka. Hadi iyi akşamlar.”

“Eyi ağşamlar hoca, eyi ağşamlar.”

“Eyi akşamlar örtmenim,” diyor Hanım da.

Sadettin’in uyuz köpeği bir kez daha hırlayıp üstüme yel-teniyor ve paçama yapışmak istiyor. Bu defa kaptırmıyorum paçayı.

“Sana da eyi akşamlar Sarı.”

Ertesi sabah kahvaltıdan sonra keyif çayımı içerken Sadettin’in kızı Hanım kapıyı çalıyor:

“Örtmeniiim, bubam seni sesliyor.”

“Geliyorum Hanım. Söyle beklesin baban.” Sadettin keçileri römorka yüklemiş bile. Elimdeki bağla-maya bakıyor:

“Hayrola hoca, yolda keçilere türkü mü çığıracaan?”

“He ya Sadettinaa, hem de Hacı Hüseyin’e de çalacaam iki türkü ki paranı geri vermede nazlanmasın…”

O sırada Seferaa ile dünürü Adıgözelaa geçiyorlar nerden geliyorlarsa, muhtemelen sabah namazından. Lâf geliyor he-men:

“Şu üşenmeden saz orenmeye Yapalı’ya gidene de bakın hele! Allah akıl fikir versin. La buna üşenmiyon da şurada iki rekât namaz gılmaya üşeniyon herif. Sırat köprüsünün başında zebaniler saa eyi saz çaldıracahlar, habarın yoh.”

“Çalarız Seferaa, onlara da çalarız. Hele bir öğrenek çalmasını da, zebanilere Sivas Halayı bile oynatırız. Bulgur pi-lavını özledim Ayşaana’nın, akşama sendeyim. Sazı da geti-reyim, artık ne öğrendimse bugün, akşama sana da çalayım, puan ver bakalım.”

“Sazı getirme, sazı getirme, bütün koyü başıma mı topla-yacaan,” diye bağırıyor ardımızdan.

Cingöz Sadettin; kafası çok bozuk, “selâmünaleyküm” bi-le demeden, asık suratla, Muş tütününden sardığı kalın cıga-rası dudağında, traktörünün gazına basıyor. Ben römorkta iki keçi ve bağlamamla birlikteyim, hoplaya zıplaya gidiyoruz.

Karacalar-Yapalı arası sekiz kilometre.

***

“Sadettinaa, beni okula bırak, oradan Hacı Hüseyin’e geçersin. Yalnız işim biraz uzun, beni bırakıp gitmeyesin ha.”

“Tamam hoca, işallah paramı geri verir herif.”

“Verir verir, aksilik olursa çağır beni, ricaya gelirim, hadi hoşça kal.”

Yapalı’nın okul binası bizimkinin birebir aynı. Elma ağaçları yok sadece. Bir de çeşmesi ve yalağı yok. Öğretmen ve öğrenciler su ihtiyacını az ileride köyün ortak çeşmesinden gideriyorlar.

“Oooo Yakup hocam, hoş gelmişsin, bu ne güzel sürpriz?”

Elimdeki bağlamayı gösteriyor:

“Hayırdır, batı müzikçiler bağlamadan hoşlaşmaz diye bi-lirdim?”

“Demek ki yanlış bilirmişsin hoca, öyle olsa geçen sene Ulaş’taki konserimizde sana bağlama çaldırır mıydım? Şimdi de gittim kendime bunu aldım, hem bak bakalım iyi bir şey mi? Sonra da akort düzenini göster bana, bir iki de tezene vuruşu falan. Sonrasını kendim hallederim.”

Bağlamayı kılıfından çıkartıyoruz, bir yandan akortlarken bir yandan anlatıyor:

“Hocam, sen en iyisi Kara Düzen akorduyla çalış, en yay-gını ve kullanılışlısı o. Daha sonra geliştirirsen diğer düzenle-ri de öğrenirsin.”

“Diğer düzenler dediğin?”

“Çok, hocam. Abdal Düzeni var, Misket Düzeni, Müste-zat Düzeni, Segâh Düzeni… Hepsi başka başka akortlanıyor. Bir de Çöğür Düzeni var, o da kısa sap bağlamada âşıkların kullandığı düzen. Dediğim gibi, en yaygını Kara Düzen. Akortladım işte: En alt tel do veya do diyez olacak, üst teller dörtlü aralık olacak. Yani alt tel do ise diğerleri fa ve si be-mol. Tabii bizim diyapazonumuz falan olmadığından alt teli sesimize uygun bir tınıya çekip, diğerlerini şu perdeye basıp kontrol ederek akortluyoruz. Bağlaman güzelmiş hocam, dut tekne, harika!”

Biraz çalıyor, sonra bir saat kadar beni çalıştırıyor, epeyce şey öğreniyorum. Akordunu iyice bozup yeniden yapıyorum, bu kadar çabuk akortlayışıma şaşırıyor. “Çok teşekkürler hocam, ben şimdi bunu kendi kendime geliştiririm epeyce. Bizim köydekiler hevesle benim öğren-memi bekliyorlar.”

Lojmandan çıkıp az ilerideki Hacı Hüseyin’in evine doğru yürüyoruz. Köyün ortasından bir bağırtı geliyor:

“De get la başımdan Cingöz müsün, Sadettin misin… Sa-tılan malın iadesi yokdur bizde gardaş. Hadi yörü, anca gider-sin Garacalı’ya!”

“Emme Üseyinaa, bizim köyde garar varıdı ben unutdum. Needecaam ben şindi bu keçileri? Al keçilerini ver paramı gideyim gardaş.”

Hacı Hüseyin’in ses tonu giderek yükseliyor:

“Emmesi memmesi yoh, onu önceden düşünecaadın. Hemi sizin bu garar köycek oy birliğiynen alınmadı mı? Senin de imzan yoh mu gararınızda? Para mara yoh, al keçilerini git. Hadi marş marş!”

Traktöre doğru yürüyoruz öğretmenle. O da biliyor konu-yu, dün keçilerin pazarlığı sırasında oradaymış:

“Hüseyinaa, bir mümkünü varsa misafirin parasını ver de gitsinler,” diyor.

“Yoh hocam yoh, bunu önceden düşünecaadı. Heç gusura bahma, misafirler de heç gusura bahmasınlar.”

Cingöz Sadettin dokunsan ağlayacak, acıklı acıklı bakıp benden medet umuyor. Müdahil olmaya çalışıyorum:

“Hüseyinaa, etme eyleme, beni kırma bari. Başka birine satarsın keçileri, ver Sadettin’in parasını da helallaşalım. Bak geçen sene de hacıya gittin geldin, hadi bi sevaba gir akşam akşam.”

“Olmaz dedim ooretmen, bu iş ticarettir ve Hazret-i Peygamber sallâllâhü aleyhi vesellem, mübarek hadislerinde ka-zancın onda dokuzunun ticarette olduğunu söölemiyo mu? Ticaretten dönülürse sevaba deel günaa gireriz. Hadi yolunuz açık olsun, eyi ağşamlar, eyi ağşamlar.”

Hacı Hüseyinaa evine doğru yola koyuluyor.

“Gidelim Sadettinaa, bir yolunu buluruz, Ulaş pazarında falan satarsın bir şekilde keçileri. Ben bir iki gün durması için Muhtar'a, komşulara rica ederim.”

Öğretmenle vedalaşıyorum. Sadettin’in keçileri ve benim bağlamamla traktöre binip ayrılıyoruz Yapalı’dan.

* * *

Seferaalara yakın geçerken elimde bağlama traktörden iniyorum:

“Sadettinaa, üzülme, bak göreceksin Ulaş pazarına ilk gö-türüşünde satılacak keçiler, merak etme. Ben Muhtar'la da konuşurum, üç beş gün müsaade etsinler sana. Sen de götü-rünceye kadar çıkartma ahırdan bunları. Satılmazsa söz, ben alacağım aldığın fiyattan. Sizin karar bana işlemez, okul bah-çesinde besleriz keçileri. Hadi iyi akşamlar.”

“Eyi ağşamlar hoca, sağol.”

Seferaa avlusunda bir şeylerle uğraşıyor.

“Selamünaleyküm Seferaa.”

“Ve aleykümselaaam… La adam, saa sazınan gelme de-diyidim. Get lojmanına bırah da gel. Gız Selma, ayran hazırla ooretmenine.”

Ayşaana tandırın başında lavaş pişiriyor. Öyle ustaca ya-pıyor ki… İncecik hamurlar kuyu gibi tandırın iç yanaklarına yapışıyor, üç beş dakika içinde mis kokulu lavaşlar üst üste yığılıyor.

“Seferaa, şuraya kenara koyarız, gelene de göstermeyiz, dursun şurada. Kolay gele Ayşaana, bulgur pilavına geldim.”

“Safa geldin ooretmen, buyur.” “Seferaa, bunu bir öğreneyim kurs açacaam Garacalı’da, saz kursu. İlk kayıt olarak da seni yazacaam en başa.”

“O zaman ben de seni Pörtlek Göz’ün Guran gursuna yazdırırım, ilk gayıt olarah, en başa.”

“Benim ihtiyacım yok ki Seferaa, küçükken hatim indir-dim, tıkır tıkır okurum Kur’an yazısını. Sure bilirim, ayet bilirim, salâvat bilirim... Camide müezzinlik bile yaptım vak-tiyle. Ben anca gider kursta Profesör Kör İmam’a asistanlık yaparım.”

Önce “Profesör Kör İmam” lâfıma uzun uzun gülüyor. Çocuklarla Ayşaana da bu “profesör” yakıştırmama çok gü-lüyorlar. Ardından Seferaa, her zaman olduğu gibi gözlerinin içi gülerek konuşuyor:

“La herif madem hepisini biliyon da neye gelmiyon cu-malara? Ramazanda oruç da dutmadın. Biziminen sahura galktığın gün öğlenleyin saklı saklı yimek yidiğini de gordüm. Necati oretmen de biziminen sahura galkardı her gün, soona evine geder o da saklı saklı yirdi. Emme o gızılbaşıdı, gendi orucunu ayrıcana dutardı, bötün ibadetini gendine göre yapardı. Peki, sen nesin? Ehli müslüm deel misin? Ahirette yanacaan emme eyi yanacaan, yanarkene de şu sazın seni bi gözel gurtaracak. Evin çoh sayın bayanlarının diggatına: Hadi sofrayı gurun, acıhtık.”

“Hem de nasıl acıkmak, hadi Selma’m biraz acele olsun, öleceğim açlıktan.”

“Peki örtmenim.”

* * *

Yemekten sonra “evin çoh sayın iki bayanına” nefis bul-gur pilavı için teşekkür edip, bağlamayı kapıp lojmanıma gidiyorum. Bu akşam gitar değil, bağlama çalışılacak.

“Kusura bakma çoh sayın gitarım, sen biraz dinlen. Merak etme seni de alırım ara sıra elime.” Bildiğim basit türkülerle işe başlıyorum. Birkaç gün için-de epeyce türkü çıkarttım. Tahminimden daha kolay oldu. Dördüncü günde üç beş türkü çalabilir hale geldim.

Ve birkaç gün sonra damladı komşular, resital verilecek.

“Sivas Ellerinde Sazım Çalınır” resitalimizin ilk eseri. Garpuz Memed ses sanatçısı olarak eşlik ediyor resitalimizde.

Hacıyagup: “İşde şindi oldu hocam, gozünün yağını yidi-ğim.”

Ömeraa: “La Garpız, Mektebin Bacaları’nı reca edecaaz.”

Kara Toprak türküsü seslendirilirken nakaratlarda hepsi birden katılıyorlar ve çay höpürdemeleri, tütün dumanları eşliğindeki resitalimiz bitiyor.

“Sağol hocam, Allah razı olsun. Sen de sağol la Garpız. Hocam, ben yarın Ulaş pazarına keçileri satmaya gidecaam. Sen de gelin mi bennen?”

“Yok ben gelmeyim Sadettinaa, sen git. İnşallah satarsın keçileri, üstüne biraz da kâr koy. Komşular, köy gençlerine saz kursu açacağım. İsteyen olursa sizler de katılabilirsiniz.”

“Sazı nereden bulacaz hoca? Seninkiynen mi öğrenecaz?”

“Muhtar’dan rica edeceğim. Yakında kavakları kesip satacağını söylemişti. Köy ortak malı olarak dört saz alıversin bize.”

***

Ertesi gün öğleden sonra Muhtar’ın yanına uğruyorum. Du-varına çömeliyoruz, duymuş konuyu:

“La hoca, sazları alırsak gomşular gelir hepisini gafamızda paralar habarın olsun; vazgeç bu işten.”

“Bir şey olmaz Muhtar, üç beş istekli gence kurs verece-ğim, sen al bize dört bağlama. Hem enişten Seferaa’ya söz verdim, ilk kayıt olarak en başa da onu yazacam.”

Allah rahmet eylesin, o çok sevimli kahkahasını atıyor Muhtar Âmet:

“Peki hoca alak bakak. Köy kasasından parasını veririm, gider sen alırsın, ben alıp da elimde daşımam habarın olsun. Yedi düvelin ağzına sakız olmayak.”

Ulaş yolunda uzaktan Cingöz Sadettin’in traktörü görünüyor. Olması gerektiğinden çok daha hızlı sürdüğüne göre keçilerden kurtulmuş olmalı. Yoksa bu hızla giden traktör römorkunda keçi meçi kalmaz, aşağıya uçar maazallah.

İyice yaklaşınca römorkun boş olduğunu görüyoruz. Ya-nımızda durup istop edip iniyor.

“Selamünaleyküm.”

Gözleri ışıl ışıl.

“Aleykümselam Sadettin, la gel hele annad bakak, nettin neyledin.”

“Satdım Mıhdar, satdım. Hemi de yüz gayme kârıyınan satdım.”

“Eee gözün aydın olsun Sadettinaa, ben sana söylemiştim. Bak iyi kâr da etmişsin. Celepliğe başlarsın artık.”

“Sağol hocam sayanda hocam, eyi dedin. Şindi yüz gay-me kârıyınan barabar geçilerin parasıynan dört guzu alacam, üç ay besleyip gine kârıynan satarız elhamdüllah. Ne dediyidi Yapalı’lı Hacıüseyinaa? ‘Hazret-i Peygamber sallâllâhü aley-hi vesellem, mübarek hadislerinde kazancın onda dokuzunun ticarette olduğunu söylüyor,’ dediyidi. Biz de bundan kelli ticaret yapacaaz hocam. Eyi ağşamlar.”

Muhtar Âmet gülerek ardından bağırıyor Cingöz Sadettin’in:

“La Sadettin, bu sefer de yanlışlığınan dört dene eşşek alıp gelme. Garar daha galkmadı, galkmayacak da, habarın olsun.”




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —