Efil Üfül
Günlerden Pazar, adaşım Hacıyagup:
“Hoca hadi Ulaş’a gidek gezek,” dedi. Hava güzel, Mayıs ayı, karne zamanına da az kalmış.
“Olur,” dedim.
“Emme yörüyerek gidek. Daha eyi gezerik.”
Zaten yürüyerek gideceğiz. “O tarafa giden bir traktör fa-lan denk gelirse binmeyelim,” demek istiyor. Ulaş on kilo-metre.
“Olur Hacıyagup, yörüyerek gidek,” dedim. İnsan bir süre sonra farkında olmadan şiveyi kapıyor.
Hacıyagup Karacalar’daki bir başka yakın dostum. Diğer-lerinden epeyce farklı. Köy ahalisinin tamamı beş vakit na-maz, içki miçki köye adım atamaz. İlk haftalarda bana “Hoca, bari cuma namazlarına gel,” diye çok yalvardılarsa da baktı-lar benden umut yok, sonunda vazgeçtiler. Ama Hacıyagup bazen evinde rakı bulundurur, ara sıra beni çağırır, kimselere göstermeden ince belli çay bardağı ile birer tek atarız. İri yarı, pehlivan yapılı sarışın, yakışıklı bir adam. Kızı Gülbeyaz ikinci sınıfta okuyor. Çok severim Gülbeyaz’ı, daha benden hiç tokat, şamar yemedi, akça pakça bir çocuk.
Hacıyagup belden aşağı sohbeti çok sever, İstanbul’da inşaatlarda çalıştığı günlerdeki yediği naneleri anlatır da anlatır...
Bu keyifli adamla Ulaş ve civarında bütün gün laflaya laflaya gezdik. O rakısını aldı, poşetine koydu. On kilometre yürüyerek döndük yine. Yorulmuşum biraz, lojmana gidip dinleneyim bari.
Aa, kapım açık. İçeride tanımadığım bir kadın, bir de ço-cuk iki üç yaşlarında;
“Hoşgeldiniz” diyor, ev sahibi edasıyla bana.
“Siz Yakup hocasınız herhalde. Eşim, Muhtar'a kadar gitti, şimdi gelir.”
Hoppalaaa, buyur buradan yak. İçeri bakıyorum benim uyduruk eşyam yok, adam gibi ev eşyası, koltuk, masa san-dalye falan var. Beş basamaklı minicik verandama bir san-dalye çıkartıyor:
“Oturmaz mısınız, çay ikram edeyim size,” diyor. Ben şaşkın, oturuyorum.
Okul bahçemiz genişçe, bir dönüm kadar vardır sanırım. Okulun köye doğru olan tarafı elma ağaçlı, daha küçük. Giriş kapısının olduğu, tepeye doğru bakan tarafı epeyce büyük. Yan tarafta biri kız biri oğlan öğrenci tuvaletleri. Okul kapı-sının tam karşısındaki bahçe duvarına bitişik çeşmeden, okul ve lojmanların su gereksinimi sağlanır. Çeşme sürekli önündeki büyücek yalağa akar, o yalağa şöyle bir uzansa insan sığar, bir keresinde sığmıştım, daha sonra anlatmaya değer. Çeşme ve yalağın on metre berisinde kulübemsi, toprak damlı küp biçiminde bir yapı daha var, ondan hiç söz etmemiştim. İkinci bir öğretmen gelirse diye yedek lojmanmış. Köylüler, imece usulü yapmış vaktiyle, hiç kullanılmamış.
Genç kadın bana çay ikram edip biraz anlatıyor: Buraya yeni tayin olmuşlar. Kocası, yeni öğretmenimiz yani, benim bekâr olduğumu öğrenince, “hem zaten on yıllık öğretmen-miş”, demiş ki:
“Arkadaş bekâr nasıl olsa, biz aileyiz, burada oturalım. Yakup öğretmen öbür lojmanda otursun.”
Üç beş parça eşyamı da taşıyıvermiş bir güzel, sağolsun, Allah razı olsun.
Bizim Muhtar kısa boyludur. Uzaktan Muhtar’la ondan daha kısa boylu biri beliriyorlar. Anadolu’da “gözleri fer fecr okumak” diye bir söz vardır. Yeni öğretmenin gözleri yanın-da fer fecr okumak ne kelime. Muhtar da sıkıntılı durumdan, belli.
Hiç sözünü etmedim, “Hoş geldiniz,” dedim, o kadar. Kerpiçten yapılmış, içi dışı çamurla sıvanmış yeni lojmanıma gidip arkadaşın taşıdığı eşyamı yerleştirdim. Berbat bir yer, anlatılması mümkün değil. Dış kapıdan girince sağlı sollu iki küçük oda, o kadar. Duvarlar badanasız, çamur sıvalı. Tuva-let yok, ihtiyaç karşıdaki öğrenci tuvaletinde giderilecek. Ka-racalar'daki son beş altı ayım burada geçti.
* * *
Köyün tamamına yakını AP ve MSP’li. İçlerinde Seferaa da olmak üzere sekiz-on kişi de MHP’li. Koca köyde CHP’ ye oy veren ve verdiği bilinen sadece bir kişi var: Gotügırmı-zı. Bu nedenle pek sevilmez. Seçim günü ben sandık başka-nıyım, Gotügırmızı ile birbirimize göz kırptık diye sandık kurulunda görevli olan bizim MHP’li Seferaa on gün küs-müştü bana:
“La sen sandık başganı deel misin? Sandık başganıysan tarafsız olacaan. O Gotügırmızı denen herifinen ne sırnaşıyon oole?”
Belli, çok öfkelenmiş. On gün sonra lojmana geldi de ba-rıştık.
* * *
Yeni öğretmen de MHP’li. Kısa boylu, hafif tombulca, konuşurken gözleri fıldır fıldır, esmer, bıyıklar olabildiğince aşağı sarkık, kollarını yana aça aça ve hızlı hızlı yürüyen biri.
Seferaa tarafından lakap anında takıldı: “Efil Üfül” ve de anında benimsenip yayıldı köy halkı arasında ve tüm Ulaş diyarında…
Geldiği gün ben Ulaş’taydım ya, Seferaa görmüş, sonra-dan bana anlattı: Bu, arabadan iner inmez hemen diz üstü çömelip secdeye varıp toprağı öpmüş, yine dizüstü vaziyette ellerini dua eder gibi havaya açarak:
“Şükürler olsun, şükürler olsun. Gızılbaş köyünde çalış-tım en son, ordan geliyom,” demiş, etrafa duyura duyura. Anlatırken öyle güzel taklidini de yaptı ki, sanırsın Cüneyt Gökçer sahnede.
“Hemen o an puanımı verdim Yagup hoca,” dedi Seferaa. “Adil oretmenden önceki Necati oretmen varıdı. Gızılbaşıdı. On sene galdı burada. Gızılbaşıdı emme adam gibi adamıdı. Aha da senin gibi. On sene yidiğimiz içtiğimiz ayrı getmedi Necati oretmenle. Bu senin baaçadaki elmaları da o dikti-yidi.”
* * *
Sınıfları paylaştık. Birinci, ikinci, üçüncü sınıfları ben al-dım, dört ve beşleri yeni öğretmene verdim. Baktım, kıdemi benden fazla olduğu için okula müdür olmak istiyor, hemen kendime bir istifa dilekçesi yazdım: “Karacalar Köyü İlkokulu Müdürlüğüne, şu tarihten beri sürdürmekte olduğum Mü-dürlük görevinden istifamın kabulü konusunda gereği…” Yazdığım dilekçeyi giden evrak defterine kaydedip işleme soktum. Ardından okul müdürü olarak dilekçeyi yine kendim kabul ettim, yeni arkadaş okul müdürü oldu böylece.
Seferaa bu işe de çok kızdı, günlerce söylendi bana:
“La Yagup hoca sen enayisin, enayi. La müdürlük bırağı-lır mı heç?”