BİR PENCERE NE SÖYLER?
Gölgesini kusursuzca taksim eden Sultan I. İzzeddin Keykavus Şifaiye’sinin güney cephesini izliyorum şu an. Günlerden Pazar...
1220 yılında güney eyvanı kapatılarak elde edilen türbenin -ongen kasnaklı- piramidal külahını, beden duvarının yukarı kısımlarında aynı hizayı takip etmeyen düzensiz küçük mazgal pencereleri, çörtenleri ve alt sıradaki şaşırtmalı devam eden kemerli pencereleri kısacası güney cephesini izlemek hep keyifli gelmiştir. Ama itiraf etmeliyim ki, birisi Sultan I. İzzeddin Keykavus’a ait olmak üzere on üç sandukanın yer aldığı türbeyi karşılayan cephedeki niş içine alınmış iki küçük tepe pencere daha çok dikkatimi çeker. Nedense bilmem, içimden bir ses bu pencerelerin birşeyler sakladığını söyler.
Ey Keykavus, sen bu şehrin yarısısın. Bırak da bugün, yapını da ben taksim edeyim; o taç portalinin keyfini çıkaranların sayısı hayli fazla; benim için, benim için ise bugün, bu küçük pencereler; yapının yarısı…
İlk bakışta aynı gözüken bu iki küçük pencerenin, niş ayrıntılarındaki farklılığının sebebi tabi ki zor bir soru. Ne olursa olsun, duvar örgüsüne bakınca alt kısımdaki pencerelerin sonradan açıldığı ve orijinal olmadığını görebiliyorum. Eminim, 1937 Sivas’a gelerek darüşşifada kazılar başlatan Sedat Çetintaş konuyla ilgili daha fazla soru sormuştur. Bu arada Halil Edhem, Max Van Berchem ile Albert Gabriel’e de haksızlık etmeyeyim onların da birçok kapı araladığını biliyorum. Çetintaş’ın kazılarını ve müdahalelerini saymazsak, 1960-1970 yılları arasında gerçekleştirilen onarımlar bütünleme ve sağlamlaştırma çalışmaları ile son dokunuşun yapıldığı 2009-2012 yılları arasındaki restorasyonlar bu küçük pencerelerin tarihini 1220 yılına götürüyor…
İlk manşetimi atabilirim o zaman. “Pencerelerin omuzundaki yük sadece güney duvarı değil, kütüğe kayıtlı en eski küçük pencereler olmaları da.”
Bu konuda itirazları duyar gibiyim. Verilecek ilk örnekler, Buruciye Medresesi ya da Gökmedrese’deki aynı boyuta yakın pencereler olacaktır. Bu pencereler, daha orijinal ve daha çekici de gelebilir. Ama bu durum, sonucu değiştirmeyecektir. Hatta ve hatta 1196-1197 yıllarında Kul Ahi'ye yaptırılan Ulu Cami’nin pencereleri de orijinal olmadığından, Şifaiye’nin küçük pencereleri, nereden bakarsanız bakın en yakın rakiplerine en az elli yıllık fark atar.
Ama yine de bir tarih yanılgısı var hissediyorum. Duvarı eskiten zaman; pencerelerle ilgili yanılgıları da artırıyor. Bende duvarların üstüne bir manşet daha atayım o zaman:
“Diyorum ki; tarih her kabahati zarif örttükçe; yedeği olmayan şeyler bölünmeye meyyaldir.”
….
Bir mimardan duymuştum: Yağmur dolu bulutları başka tarafa kaçırmadan pencerelerin diline bulanın; bir pencerenin ne söylediğini duymuyorsanız; göreceğiniz her şey size pusu kurmuştur.
Mimarın ne demek istediğini anladım; şımartarak kaldırıyorum ellerimi…
Dibindeyim işte; tam karşında işte. Dilim değişiyor. Biz bize konuşalım artık…
Güneyden bakınca sağda olanınızı yani doğudakini seçiyorum, Daha karakteristik daha özgün geldi belki de. Sebebini uzatmayayım. Zaten ne söylesem siz duyacaksınız, siz ne konuşsanız ben duyacağım…
Aslında pencereler konusunda hazırlıklıyım. Sıralayayım bir çırpıda; Rainer Maria Rilke’den başlayayım. Ne de güzel giriş yapmıştır pencere şiirine Rilke değil mi? “Ah! Pencere, sen beklemenin ölçüsü.” Budala’da trenlerin pencerelerine bakan Dostoyevski’ye; ya da “Benim öznel yerleştirmem açık pencerelerdir” diyen Jean Bertrand Pontalis’in pencerelerine ne dersin peki. Pencere hayal kurmayı sağlar diyen Ali Ayçil ile pencereyi cam ile tahtanın evliliği olarak romantize eden Mehmet Ali Kılıçbay’ı da gizemli buldun sanırım. Desene, Nurallah Genç’in Ömrümün en güzel penceresi şiirindeki hayal kurduğu pencerelerine ya da Gurbet Sokağı şiirindeki surat asan bir pencereyi de hatırlatsam işim zor. Şunu anladım. Ne yukarıdaki sıraladıklarım, ne de Rasim Özdenören’in başa çıkmakta zorlandığı kör pencereler gibi değilsin. Hatta Vermeer, Friedrich, Bonnard- hele Bonnard, gibi ressamların pencerelerinden bahsetsem de kafi gelmeyecek –maalesef- bunu da anladım.
Ama hala iddialıyım, bunu bil lütfen. Konuşmaktan vazgeçeceğimi düşünmen beni üzer.
….
Dibindeyim işte; tam karşında işte. Dilim değişti. Biz bize konuşmaya devam edelim…
Ongen kasnağın her bir yüzünde sivri kemerli bir pano içine yerleştirilmiş tuğla bezemelere, svastika ve sekiz köşeli yıldızlara baktım, bir de -istifini bozmadığın- sadeliğine baktım ve şunu sordum:
Söyle, utanınca nereye saklanır ölüm?
Biliyorum, kimsenin kayda almadığı yerde, kaderin seni önüne katması değil bu; senin kadere katılman. Haklısın tam dibinde restorasyonlar sonrası sınırına yaklaşan utangaç taşlar ve çatlaklar alınganlığının sebebi.
Seni bir sultanın acısına ilaç olasın diye görevlendirdiler değil mi? Kalbinde biriktirdiğin yumuşaklığa kuşlar minnettar: Bak işte kıyında köşendeler; kimi zaman duvarın dehlizlerindeler; kimi zaman da çörtenlere saklanıyorlar. Senle konuşa konuşa göç etmeyi unutmuşlar.
Hani kaldı köyünden getirilen taşa ölçü veren veren usta, çekici düşürdüğünde; türbeyi yaptırtan Ahmed bin Bizi ül-Marendi, ustaya seslenerek; “Sessiz ol Keykavus’u üzme” demişti ya; o sessizlik hala özlemin değil mi?
“Pencere, en iyisi pencere, geçen kuşları görürsün hiç olmazsa: Dört duvarı göreceğine” diye penceresine not düşen Orhan Veli, kuşlara baksın; şu biraz önce dibimizden geçen iki çocuktan ilki sen ve ikizini Keykavus’un gözlerine; diğeri kitaba benzetiyor…
Gölgen yok diye kasnaklardaki her motifin, her tuğlanın keyfi yerinde: boşver sen, Fetih babası (Ebû'l-Feth) Keykavus'un yüzüsün…
Biz senle konuşurken, tam karşımızdaki apartmandan her defasında sofra bezini sarkıtıp silkelemeye başlayan kadın ve bütün apartman sakinleri, lamba ışığı görmediği için senin bir pencere olduğundan kuşkulular. Varsın olsunlar…
Annesine küsmeyi beceremeyen ve her defasında etrafında dolaşan şu iri suratlı delikanlı var ya; Keykavus üşümesin diye yapıldığını sanıyor. Sustum…
Karşıdaki yayınevine sıkça gelen ve şiir yazmakla bütün kavgaları kazanacağını sanan şair ise sana bakarak şöyle mırıldandı: Balkonlar beklemeyi denizden; pencereler dağdan öğrenmiştir. Ve de; aşk; küçük pencerelerin çağırdığı bir ölüme açılır. Yine sustum…
…
Ey pencere:
Bak, kimse seni zorla konuşturmayacak; muhtemelen kimse de bunu yapamaz.
Bunu içinde asla sızlanma. Şunu da aklından çıkarma, sen ışığın karşısında dilini hep sağlama aldın; ama ruhani bir biçimde arada durduğun için de değerlisin; daha açık mı söyleyeyim; peki, bilinmeyen ile bilinenin arasında. Sayende şehre ölümün sükûneti aşılanmış farkında değil misin?
Manzarana kıyanlara canın sıkılıyor biliyorum: Merak etme bu şehirde, Keykavus’un dileklerini incite incite mezar taşına dua okunuyor; işte o vakit kulağımda bir uğultu; işte o vakit; türbe kanatlarıyla kendine boşluk arıyor gökyüzünde; sen ise, sen ise; yaralı Keykavus’a, ölümün yatağında nefes oluyorsun… Suskunluklar, ömürleniyor…
İnsan, bir pencereyle konuşurken; bir ince kırılış bekler? -İçte tazelenmek için; bende tazelendim; bir pencere ne söyledi, onu işittim, onu duydum. Öğrendiklerimle de şehri aşıladım…
Ey pencere:
Diyeceksin ki, her türden duygudaşlıkla cezbedici bir cümleyi neden paylaşıyorsun? Haklısın, bu soruyu cevaplamak için de ayrı, burada söylediklerimden daha uzun yazmak gerekecek. Yine de bir hukukumuz oldu değil mi? Dur, o zaman; bir manşet daha paylaşayım: Hiçbir boşluk, bir başkasının kalbiyle doldurulamaz...
Bir pencerenin bir tarihe, bir almaşık duvara omuz verdiği yerden; gün batarken kalkıyorum; iki çift göz pencerenin tarihe göz kırptığı yerden giderken, avlundaki su, Büzürk Makamında neyle aşk ediyor… Taç kapının önünde kibarlık taslamaya can atanların arasından geçiyorum. Refik Halid olsa şöyle derdi: “beceremediğim taharri memurluğuna rağmen; gördüklerim iltimaslı nimetin mukabelesiydi.”
İnan bende aynı mükâfattayım.
Sen böyle sessizliğe gömülmüş iken, konuşmak için elimi kaldırdım, Bana kızmadın değil mi? Tam dibinde; söz gâh yandı gâh pişti. Ama sen konuşmazsan, söz düşmez ki bize, diyecektim, demedim.
Yeterince zorladım; ama bir pencere ne söyler onu duydum ve sustum.
Bu yazı: Henüz iki yaşındayken bir pencere önünde Anne ve Baba nasıl beklenir bana öğreten Kocaannem Fatma Keleş’in aziz hatırasına ithaf olunur…