Bu Bahar Gelmedi Köyümün Leylekleri

Bu Bahar Gelmedi Köyümün Leylekleri

EMSALİ KARADUMAN YAZDI..

                                       BU BAHAR GELMEDİ KÖYÜMÜN LEYLEKLERİ!

Derya içre sevdalar vardı bir zamanlar düşlediğimiz. Kuşatılmamışken henüz hayalimiz, girmemişken işgal orduları cesur gönlümüzün mağrur kalesine. Parçalanmamışken zeka, kesilmemişken akıl. Vurulmamışken ta can evinden aşk.. Hücrelerine ayrılmamışken yürek.. Pır pır atarken bir kuş gibi kalp; kerem ırmağından tatlanmış ağızlarımız vardı.

            Edep abidesi gibi evinin mütevazi köşesini süsleyen kadınlar, sabır ve metanetle akşamları erinin yolunu beklerlerdi dağ gibi.  Kaçamak severdi kadınlar, kuytu köşelerde çocuklarını? Edep ve hayâyı yüzüne peçe yapan kadınlar?

            Korlanmış tandır ateşinin başında birbirine umudu müjdeleyen kanaatkâr aileleri vardı memleketimin. Avuçları bir tas suyu alan, tarihe şahitlik eden çınarlar gibi, o engin gönüllü ihtiyarlar? Ağzını bıçak açmayan, el pençe divan duran, ağ benizli gelinler?

Çatlamış dudağından akan kan topuğunu boyayan elma yanaklı çocukları vardı köyümün. O çocuklar ki ibretli sözler eden bir okyanus kadar derin ihtiyarların dizinin dibinde hayatı öğrenirlerdi. Yazması gibi yüreği de ak olan ağzı dualı, ibret vesikası nineler, tarihin canlı şahitleri olarak yerini alırdı zamanın biteviye akışında. Ciltler dolusu kitaplar yerine hayatı satır satır okuyan, yüzüne çilenin mührünü vurduğu Osmanlı kadınlar, tarihin derinliklerinden derme, yaşanmış hayatların muhkem nasihatlerini sunardı karşılıksız.  Katar katar kağnılarla, sırtında bebeği, bir milletin var oluş mücadelesinin harcı olan aslan yürekli kadınlar, gelecek sevdasının kutlu neferleriydi tarihin haddesinden süzülen. Yalın ayak, aç karın cepheden cepheye koşan kahramanlık abidesi kadınlar, tarihi yapan ve yaşayan bir abideydi dağların eteklerinde.

Akşamları güneş batımıyla beraber havayı saran tandır ekmeği kokusunun safiyetinde tanıdım hayatı. Issız dağlarının yalnız zambağı, ayak basmamış derelerinin boynu bükük çiğdemiydim uzak köylerin. Amonyum fosfat karışmamışken henüz toprağa, yüklenmemiş dertlerin terkisinde yürürken hayata, satılmamışken harami kervanlarına yürek, katıksız sevdalar umut ederdi derviş yüreğim. Özgür çağlayan dereler umudun senfonisini mırıldanırdı şırıl şırıl. Berekete susamış toprağın, çisil çisil yağan bahar yağmurları, hoş nağmelerle yetişirdi imdadına.

            Akşamları tahta sedirin üzerinde günün yorgunluğunu atan evin erkeğinin kutlu emeğinin ve alın terinin şahitliğini haykırırdı tandırda kaynayan tarhana çorbası. Nasırlı ellerin cefakâr gayretinde şekil alan toprak, bin bir bereketin çeşnisini katık ederdi köylünün ekmeğine. Harmanlarda tutturulan yanık türküler berekete duran sarı başakların poyraz yeliyle olan dansının senfonisini vururdu adeta. Çakmak çakmak gözlerde yaşama aşkı, nasırlı ellerde emeğin haritası, sararan benizlerde buğdayın nazlı silueti canlanırdı.

Kimsenin şikâyet ettiği görülmezdi halinden. Arzın dönüşüne eşlik eden düvenler, umudun semahıydı aslında. Sarı öküzün bitmez sabrının billur ırmağıydı vücudundan boşanan ter. Bir leğen içinde yoğrulan hamurun suyu, alınlardan ılık ılık sızan terin ta kendisiydi. Her lokma ekmeğin her zerresinde emek, gayret ve sabır gizliydi.

İsli idare lambasının loş ışığı altında zamanın ritmini vuran münzevi yürekler, asırlık yalnızlıkların kurşuni hüznünü yansıtırdı kara gecelerde. Zamanın durduğu noktaydı, dağların sinesine yaslanmış Anadolu köylerinin uzun zemheri geceleri. Tarihe şahitlik eden ulu bir bilge gibi söz eden asırlık ihtiyarların destansı hayat hikayeleri, köy odalarının tezek kokulu havasına bir rayiha gibi gelirdi. Uzun zemherilerin, gıcılayan poyrazlarına göğsünü geren, yanağından kan damlayan yağız delikanlılar, büyüklerinin ibretli hikâyelerini dinlerlerdi  hayretle.

Nerde şimdi yüreğine vefadan başka dert yüklemeyen güven abidesi insanlar. İyi adamlar iyi atların terkisinde götürdü mertliği. Namert bedenler, kangren yüreklerin kaypak gülüşlerini aktardı zifiri suratlara.  Kan karıştı toprağa kan! Kaypak ihanetler sardı bedenleri bir bir! Toprağın bereketine kurulan kimyasal tuzaklar, insan onur ve erdemine vurulmuş en feci darbeymiş meğerse. İnsanın kaybolan safiyetinde, toprağın kaybolan saflığını aramak gerekir aslında.

Demir kanatlı kuşlar Ebabil sağanağını kaptı tarihten. Turnaların hasret türkülerini dinlemez oldu gök. Tepe taklak oldu zaman. Ayaklar baş oldu, başlar ayakaltında sürünüyor. Aslanları çakallara boğduruyor zaman.  Kehkeşanlara kaçtı yüzlerin ledünni aydınlığı. Çekemez oldu toprak, seyyar ihanet makinelerini. Nerde kaldı ahde vefa. Gitti gelmez, kavi sadakat. Yıkıldı dostluk abidesi ta temelinden. Elektro şok sarsılma nöbetlerine tutuldu insan. Manyetik saldırıların şiddetli sağanağına yakalandık. Parlayan güneş, ufkumuzu saran kara bulutların fırtınalı deryasında boğuşuyor.

Hayaller tutuk, idrakler kör, yüzler vehmin siyah dekoru, zaman şaşı rehberlerin kılavuzluğunda ilerliyor. Ağlamaz oldu gök, matemli gecelerin yalnızlığına. Söndü ocak, kırıldı saban, kaçtı bereket kaypak zamanın hışmından. İman fire verdi, zillet sardı haneleri. Koyu karanlıkların tek gözlü korsanları işgal etti her yeri.

"Topaldan haberci, körden kılavuz * tuttular köye. Eşkıya kol geziyor mahallemde. "Zillet köyü sardı, şehvet şehri." Bir hal oldu zamaneye, bir hal!... Mevsimler yılı şaşırdı. Yaz yüreklerimiz bahar meltemlerine hasret. Temmuzda kar yağıyor lapa lapa nice başlara. Haset kabuk bağladı haset üstüne, katmer katmer. Kin, katran döktü kara gecelerde zift dolu yüreklere. Küçük hatalardan büyük dargınlıklar çıkarır olduk.

Çakırdikenleri sardı bereket bahçelerini. Hayat sitem gazelini döküyor matemli hazanlarda. Işıkla gölge, ateşle su, kurtla kuzu, kediyle fare aynı masada zamanın cümbüşünü yaşıyorlar kol kola. El ele yürüyor dostla düşman aynı safta. İyi ile kötü, doğru ile yanlış, çirkin ile güzel, sahte ile gerçek aynı halayda zamanın kaypak korosunu kurmuşlar; rutin ihanetlerin alaca şarkılarını söylüyorlar.

Aslan postuna büründü nice tavşan yürekler. Ayıdan bekçi tuttular mor sümbüllü bağlara.  Zaman zehir sattırıyor hekimlere bitpazarı dünyada. Gözlerinin içine kan çöken hayat, katl fermanını yazıyor insanın.

Yılanlar dolanır oldu leyleğin bacaklarına. Tavuk feryat figan ediyor bir yumurta aşkına. Burunlar çalmaz oldu tandır ekmeğinin saf kokusunu. Sarhoş geceler, aylak sabahların müjdesini veriyor kan kokan şafaklarda. Gökler gülmez oldu aydınlık baharlarda, ağlamaz oldu hazanda. Yanmaz oldu sineler.  Ne cesur yiğitleri saklar dağlar ne de sürmeli ceylanları. Nereye kaçtı kınalı kekliklerin kekik kokulu türküleri. Çetin kışların aman vermez zorbalığının zincirlerinin kırılışına sevinmez oldu billur dereler, mahzun baharlarda. Ne kış, beyaz gelinliğine sarılıyor sadakatle, ne de turnaların türkülerini sahipleniyor baharlar.

Köy aynı köy değil, şehir zamanın tepinişinin şımarık temposunu tutuyor. Fareler dil çıkarıyor kedilere. Karayılanlar sardı her yeri. Bülbüller öğüt alıyor kargadan. *Su aynı su ama dere değişmiş. Yalnız söğüt açmaz oldu kollarını baharı müjdeleyen yalnız misafirlere. Sallanmaz oldu yeşil yapraklar, hüzünlü akşamların sıcak meltemlerinde. Ufuklar müjdelemiyor artık berrak yazların derin maviliklerini. Göçmen kuşlar salınmıyor mor sümbüllü bağlarda. Sökmedi karlı ovaların ağlayan ırmakları bu bahar; gelmedi köyümün leylekleri.        

* Abdürrahim KARAKOÇ                                                                           

                                                                                                                                           

                                                                                                        Emsali KARADUMAN