"Sarardım ben sarardım
Senin için sarardım
Baş yastıkta göz yolda
Her geçene sorardım
Al dağlar yeşil dağlar
Gurbette yarim ağlar
Açtı m´ola şu Sivas´ın gülü yaprağı
Çekti bizi şu yerlerin suyu toprağı"
Sevda yüklü gönüller, seher yeliyle otağ kurarlar Sivas yaylalarında. Türküler koyulaşır ve eşlik ederler bozkırın serzenişine. Ulu bir kışın seyrinde, alacalı düşler kurulur kenar mahalle kahvelerinde.Yaza olan sıla hasreti, uç uç böceğinin telaşlı kanatlarını hatırlatır anlayana...Tutuk bir şiirin destanını dillendirir, Anadolu´nun bozkır evladı Sivas.
**
"Ağız dil vermeyen" yarenlikler gecenin konuğu olur duvar diplerinde. Çamurun libasını giymiş kerpiçler, binbir gece masallarını gölgede bırakırlar Sivas köylerinde.
Samanın, saçkının, evlenecek ergenlerin fısıltılarını dillendirir sanki, aman vermeyen fırtınalar...
***
Derin iç geçirişler iner karabasan gibi şehrin semâlarına. Fakirlikten al al olur yanaklar. Ama yine de, umutla kaynar tarhanalar, koca koca kazanlarda. Yüzlerde bin yılın adanmışlığı kol gezer. Sert ellerde, inleyen sevecen yürekler, vuslatın türküsünü gönderirler öte diyarlara.
**
Gelenler, onun engin merhametine konarlar. Sultanlar, beyler, kimsesizler hep onun konuğu olurlar tarih senaryosunda. Sivas bu; kimi zaman sultan olur, kimi zaman da sultanlara göz yaşı döktürür.
Ulu Hakan Yıldırım´ın bile gözdesidir. İki gözünün bebeği, Sivas ve oğlu Ertuğrul´u kaybedince, dünyası kararır, yıkılır. Bir ağaç altında dünyadan bi haber kaval çalan çobana "Çal çoban çal, gam senin neyine, Sivas gibi kale Ertuğrul gibi oğul mu kaybettin? Senden mesut kim var?" diye nidada bulunur... Koca sultan bir çobanın mutluluğuna özenir, içindeki acılara kefaret. Koca bir sultan, kaybettiği evladının acısıyla, gam ve kederle yanan yüreğini, masum bir çobanın kavalıyla tımarlar. Onun yanık ezgileri eşliğinde indirir gözyaşlarını yüreğine. Kimsenin göremediği mutlulukları arar koca sultan, bir çobanın tenha duruşunda. Sivas´ın ve oğlunun yanıp yıkıldığını anımsayan buğulu gözleri, kadere yazılan seferler eşliğinde, bir kavalın yanık ezgilerini de içine alarak, hesabı görülecek namzet anlara doğru yönelilir?
***
Bir eski zamanın bilmecesidir Sivas düğünleri. Kol kola zincirler oluşturulur hiç kopmamacasına. Eller, ok talimi gibi ileri ve geri serzenişte bulunur anlayana. Geceye, şehre ve unutulmuş her şeye inat, kurşun gibi ağır ağır ağırlama iner yüreklere. Parmaklar bir bir süzülürler göğe doğru. Sıra sıra dizilen oyuncular, kalın sesleriyle bir ?tey tey? çekerler semâya doğru. Bir kartalın dinginliğinden araklanan kollar, sıra sıra süzülürler izleyenlerin ayaklarına. Mehterin "Koç Köroğlu" ezgisini tok tok gürletmesi, daha bir heyecana gark eder insanları. Vurdukça tokmağı davulun deriden suretine, onla birlikte güm güm gümüler yürekler. Ve her davul tokmağında, gönüller bir sedir gibi serilir izleyenlerin ayağına...
***
Bir tek ayazın karaya çaldığı yüzler, aklıkları gönüllere indirir. Zamanı geldi mi, küçücük bir göze gibi sızıverir açılmış avuçlara.
Hele bir yetimin boynu bükükse, hele bir garibanın çorbası bitmişse, işte o zaman şehrin geçmişten gelen sultanlığı şâhâ kalkar ve tımarlar bütün yaraları. Öksüzle ağlanır, öksüzle gülünür adeta. Onla sıgaya çekilir gönlün eğri büğrü anları. Çünkü, kutlu bir öğüt gibi bilinir, öksüzün gamlanmasına, arşı âlânın bile rıza göstermeyeceği. Onun bir damla gözyaşının, inciden bile kıymetli olduğu bilinci vardır Sultan Şehrin insanlarında.
Bayramlar, iple çekilir adeta. Özgürlüğün ?gayda?sı duyulur üç beş gün önceden. Küçük büyük herkes, pıtı pıtı indirirler içlerindeki çocukları sokaklara. Uçan balonlar, elma şekerleri, bayram harçlıkları zamanı zincirler mutluluğun sesiyle...
Bir tek bayramda yası olanlar burkulurlar sessizce. Sonsuzluğa yolcu ettikleri akıllarına gelir o mutluluk tablolarında. Onların bu bayram olmamaları, yasla donatır içlerini. Sessiz sessiz ağlarlar bir köşede. Sessiz sessiz, keşkelerle söyleşirler bir kenarda. O bayram onlara, akın akın gelen konukların, iyilik temennileri ile noktalanır. Ve hiç unutmazlar gidenlerini. Yerleri hiç doldurulmayacak, günlerle yüzleşirler her zaman. Günler geçer, aylar yıllar bir birini kovalar lakin, hiç unutulmaz gidenleri. Onların hasretleri, en mutlu oldukları anda burkar gamdan örülmüş yürekleri. Gamdan örülmüş yürekleri, bir tek ay aydınlık rüyalar serinletir. O rüyalarla avunurlar, hiç bitmeyen hasret duraklarında?
***
Sonra ozanlarla şenlenir Sivas. Sazın her nağmesinde, yüreğin amansız bildirisi dillenir aniden. Veysel´de söz kemale erer. Ondan öğrenilir; sevginin, kardeşliğin içleri aydınlatan ışığı. Onda birleşir, güzel ülkemin birlik ve beraberliği. Söylediği her söz, ev ev dolanır adeta. ?Bizim Veysel bir söylese de dinlesek? diye iç geçirir bir cümle sevenleri. O da vurdukça sazın bam teline, ürünü ürünü iner mısralar dudaklarına:
"Uzun ince bir yoldayım Gidiyorum gündüz gece Bilmiyorum ne haldeyim Gidiyorum gündüz gece."Gurbet, hele de gurbet, Sivas´a olan sevgiyi perçinleştirir. "Muhannete" muhtaç olmamak için sevdikler hararetle kucaklanır ve yorganlar sarılarak beyaz umutlara, ekmeğin çağırdığı yere koşulur.
Ekmek ötedir, ekmek çok ötedir ama alın teri kadar güzel kokanı, meşakkatlidir her daim. Alın teri kadar aziz olanı için yola revan olurlar, körpecik kuzucuklarını bırakarak geride. Onların, ?baban bu bayram gelecek? bekleyişleri, günleri birbiri ardı sıra çözüverir adeta. Gurbete revan olanların da içleri rahat etmez bir türlü. Geride bıraktıkları hiç çıkmaz akıllarından. Açlar mı, susuzlar mı diye, bin türlü düşünce konuk olur çentikli alınlara. Başlarını, nasırlı elleri arasına alarak, uzun kaygılara dalarlar. Hiç bitmeyen uzun kaygılar?Kendi dağlarına benzeyen dağlara bakarak, hasret kokularını duyarlar her daim. Sonra dağların ardı gözlenir ötelerden, acep ora Sivas´mı diye. Tanıdık türküler imdada yetişir hemencecik.
Kış yaz aynı türkü, gurbette yarenlik eder memleketlisine. Memleket kokan her şey, onlara, sılanın, bitmez tükenmez hasretini çağrıştırır. Memleket kadardır bütün sevdaları. Memleket kadardır hasretine yandıklar. Memleket kadardır çektikleri "ah" lar" Hani, her şey tamam da, evlerinden ayrılmaları yok mu, yakar kavurur bozkırın çocuklarını...
***
Börtü böceğin tabiatla raksı, yeni bir umudu dillendirir aniden. Uç uç böcekleri, bir gelin getirmesi umuduyla ötelere kanat çırptırılır zoraki. Katar katar turnalar, konarlar gözlerden uzak göllere. Ürkek gaydalarından anlaşılır sessizlik bildirileri. Sığırcıklar salınırlar her bir yerde. Bahçe bahçe , bağ bağ, öter seher kuşları.
Taşın şiirini, gergef gibi okur Sultan Şehir, dinleyenlere. Altın başaklar, sabırla, bereketi konuk ederler.
Efil efil esen serin rüzgarlar, ümitleri yeniden şâhâ kaldırır. Yüreği dillendiren türkülere düşer sıra. Esrik türküler? İçleri yakan, içleri aydınlatan türküler. Hasretin buram buram genizleri yakan mısraları, yavaş yavaş inletir gönlün en nazenin seyrangahını:
"Ağgül´üm şimdi Sivas´ta Serin rüzgarlar eser... Rüzgarlar alır gider ümitlerimi Ümitlerim gitti gider ** Ağgül´üm şimdi Sivas´ta içli türküler söylenir. Bütün içli türkülerde sen varsın... Her köşe başında ürkek bir gölge gibi Karşıma sen çıkarsın."Nice serin rüzgardır zaten, Anadolu´nun kara kuru çocuklarını yakıp kavuran. Sıla hasretiyle yanan sinelerde, dolaşan sitemlerdir söylenemeyen. Ekmek kaygısıyla arşınlanan öte diyarlarda, seher yelinin getirdiği ılgıt ılgıt kokulara, hasret şiiri söylemek kadar, yanda yörede bir adanmışlıktır anımsanan.
Osman ÇELİK