DELİNİN BİRİ
Ben Kübra, ilkokul öğretmeniyim. İlk mesleğe başladığım bu köyde üçüncü görev yılımdayım. Köyümü, öğrencilerimi, köy komşularımı o kadar çok seviyorum ki, sonsuza dek burada öğretmenlik yapabilirim. Seferaa adında birisi var burada, 70 - 80 yaşlarında, çok esprili, çok candan bir amca. Konuştuğu her kelime bir espri, söylediği her cümle bilgelik doludur.
Seferaa’nın evi okulun hemen bitişiğinde, okula ve lojmanıma yirmi metre kadar ötededir. Benimle her karşılaştığında, “Hocaanım, bir şeye ehtiyacın olursa çekinme gel. Ben yoğusam aha benim garı Ayşa evde. Ne lâzımsa soyle, her ehtiyacını gorürük,” der.
Buradaki ilk yılımda, birinci dönemin sonuna doğru bir gün okulun eski evrak dolabını tanzim etmek üzere açtım. Eski, yıllanmış evraklar, dosyalar, diploma örnekleri, stajyerlik dosyaları, il millî eğitim müdürlüğü ile resmî yazışmalar vs. tozlu tozlu idiler. Bu eski evrakların arasında resmî olmayan bir defter dikkatimi çekti. Evrak değil, kırtasiyeden alınmış bir okul defteri. Defterin kapağına baktım, dolma kalemle büyük harflerle “GÜNLÜĞÜM” yazıyordu, merak edip elime aldım. Çok eski olduğu belliydi.
Ağustos bozkırındaki ekin tarlaları gibi sararmış sayfalarının tozlarını üfleyip okumaya başladım. Bu bir hâtırâ defteri, bir günlük idi. Bunları yazan muhtemelen eski yıllardan bir öğretmen, defterini burada unutup gitmiş olmalı. Günlükleri okumayı bitirince uykum kaçtı, defteri elimden bırakamıyordum. Bazı sayfalarını dönüp dönüp tekrar okudum. Kimi yerleri hüzünlü, kimi yerleri komik ve kesinlikle gerçek hayat hikâyeleriydi bunlar. Gün ağarırken sabah namazına gitmekte olan Seferaa’yı avlusunun kapısında yakaladım. Üstümde eşofmanım, saçlarım darmadağınık…
“Sefer Amca, Sefer Amcaaaa, dur hele. Bizim okulun eski evrak dolabında bu defteri buldum. Sabaha kadar okudum. Kim bu Yâkup öğretmen?”
Elimdeki deftere baktı, baktı, baktı, gözleri biraz hüzünlendi, nemlendi. Güleç gözlerini elleriyle kurulayıp yüzüme baktı.
“Gız ne bu gıyâfet? Get üstünü başını toparla, başına da bi şey ört. Gozlerin gıpgırmızı olmuş. Birez gendine bak, boole gidersen goca bulamayacaan, evde galacaan habarın olsun.”
Buğulu gözleriyle ekledi. “Yaagup ooretmen… O deli ne yazmış hocaanım?”
“Hepinizi yazmış Sefer Amca, pek çok şey yazmış, köyümüzü anlatmış, kim bu?”
“La niidecaan hocaanım, delinin biriydi. Hadi get bizde gaavaltını yap. Ayşa çayı demlediydi. Ben de namazımı gılıp geleyim, birez oku baa o delinin yazdıklarını. O benim çok çok eyi dostumudu gıymatlımdı. Solcuydu emme eyi ağnaştıydık. Sedece benim deel, botün koyümüzün gıymatlısıydı, gulakları çınlasın, Allah ona selâmet versin. Namazımı gılıp geleyim birez oku baa ne yazmış o deli.”
Beyaz sakalını sıvazlayarak, gözlerinin nemini silerek, elli metre ilerideki köy câmisine doğru yavaş yavaş, çınar ağacı dalından kendi yaptığı bastonunun yardımıyla yürüdü. Sefer Amcam ve eşi Ayşe Teyzem’e günlükten çok hoşuma giden birkaç sayfa okudum. Hepsini birden okusam çok uzun sürer, ara sıra gelir hepsini okurum onlara.
***
(10 Ekim 1978) Buradaki üçüncü senem, ders yılı başı. Okulların açılmasına bir hafta kala geldim köye. Yaz mevsimi bitmiş, harmanlar kaldırılmış, sebzeler kurutulmuş, kışlık hububat çuvallara doldurulmuş, Ulaş pazarında satılanlar satılmış, satılamayıp kalanlar ise kışlık tüketim için evlerin küçük ambarlarına konulmuş. Tezekler, kermeler yuvarlak yuvarlak kurutulup evlerin avlularına yığılmış, sonbahar başındayız ve artık kara kışı karşılamak üzere herkes hazır. Ders yılı başladı, ikinci haftadayız. Çocukların hepsine birden Türkçe kitabından okuma ödevi verdim. Sınıfın penceresinden köyü ve Ulaş yolunu seyrederek bu sene neler yapabileceğimizi düşünmeye başladım. İlk yıl Ulaş Çiftlik İlkokulu ve geçen yıl Baharözü İlkokulunda yaptığımız toplu 23 Nisan etkinliklerimiz güzeldi. Ama bunları burada yapmadık ki. Bu sene burada, Karacalar’da bir şeyler yapmalıyız. Önümüzde 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı var, ne yaparım, ne yaparım, diye düşünürken Ulaş yolundan bu tarafa doğru gelen bir at ve bunun üzerinde birinin olduğunu gördüm. Biraz yaklaşınca dikkatle baktım, bu at değil. Çünkü attan daha küçük ve kulakları büyük, eşek galiba. Ama eşek de değil, çünkü eşek daha küçük olur. Bu, katır olabilir mi acaba, diye düşünürken köy girişindeki köprüye yöneldi ve çok yaklaştığı için hayvanın üstündeki sevgili dostum imam Bahattin’i tanıdım. Dostum Pörtlek İmam Bahattin bir katırın üstünde köye giriş yapıyor, câmiye doğru yöneliyor. Katıra şık bir semer de koymuş, üstüne güzelce kurulmuş. Semer göz alıcı, süslü püslü. İmam katırın üstünde çok azâmetli görünüyor, sanırsın Fâtih Sultan Mehmet Han, İstanbul’u fethetmeye gidiyor. Başına da altı köşeli geleneksel Sivas kasketini takmış.
Beş dakika sonra Cingen Saadettin câminin yirmi metre ötesindeki evinden çıkıp hızlı hızlı câmiye yürüyüp çok kısa bir süre sonra elli metre yukarıdaki muhtarın evine doğru koşturdu. Seferaa da evinden çıkıp câmiye doğru yöneldi. Câmiye doğru giden başkaları da var. En son Garpız Memed ve Cingen Saadettin ile Muhtar Ahmet’in câmiye doğru hızlı hızlı yürüdüğünü gördüm. Bakkal Kör Fazlı, dükkânının önüne çıkmış oradan seyrediyor. Okul biraz yüksekçe yerde olduğundan köyde olup biten her şeyi buradan rahatça izleyebiliyorum. Aklım orada ama daha paydosa yarım saat var. Erken paydos edersem Seferaa çok söylenir, biliyorum. Mecbûren bekleyeceğim ama aklım câmide, katırda, imamda ve komşularda. Herkes orada, ne oluyor acaba, meraktan çatlayacağım. Cumhuriyet Bayramına az kaldı, kalan sürede çocuklara güzel bir Cumhuriyet şarkısı öğrettim, törende söyleriz. Derken paydos saati. Çocuklara ödevlerini verip paydos edip okulu kilitleyip elli metre aşağıdaki câmiye koşturdum. Câminin benim okulun avlusundan biraz daha küçük olan avlusundaki armut ağacına bağlanmış bir katır, yanında onun kulaklarını okşayan İmam Bahattin, câmi avlusunun taş örme duvarının dışında komşular. Cingen Saadettin Muhtar Ahmet’e bağırdı, “Mıhdar, bah geçen sene baa iki keçiyi zorunan sattırdın. Neyise, zarar etmediydik emme, bu ne oluyor şindi, hani garar varıdı?”
“La Saadettin, dur hele, önce bi meseleyi anlayak,” dedi Muhtar Ahmet. Bahattin İmam’a döndü, “Baattin Hoca, sen garaarı biliyon deel mi?”
“Evet biliyom. Ben koyünüze gelmeden beş sene evvel rafarum yapıp almışınız garaarı. Buuu garar dediğin, Garacalı'da eşşeenen keçinin beslenmesinin yassak olduğuna dâir garar deel mi? Keçilerinen eşşekler gavak fidanlarını kemirdiği için koyde bu hayvanların beslenmesini yassakladığınız ve on sene evvel koycek oybirliğiynen aldığınız garar deel mi?”
“He, oyle. Dolayısıynan sen de koye bu hayvanı getiremezsin, koycek aldığımız garaarımız kesin. Rafarum gayıtları var. Garaara uymazsan zabıt dutarım.” İmam güldü, “Emme bu ne eşşeeek ne de keçi mıhdar. Bu bir gatır gordüğün gibi. Dolayısıynan sizin garaara girmez. Sizin koycek aldığınız gararda gatır yok.” Câmi avlusunun duvarının dışına yaslanıp dizilmiş kasketli komşular gülüştüler. Dostum Bahattin İmam, katırının kulaklarını tekrar okşayıp sırtındaki süslü semeri indirip câminin duvarına yasladı. “Ayrıcana da sizin garar baa işlemez. Ben devlet memuruyum, siz o garaarı aldıktan beş sene soona geldim bu koye. Keçi de getiririm, eşşek de getiririm, gatır da getiririm, ayı da getiririm, sırtlan da getiririm, kimse garışamaz. Ben bunu kendi koyüme gidip gelmek için aldım.” Pörtlek olan sağ gözünü iyice pörtletti. “Hadi şindi gidin ebdeslerinizi alın, birezden ağşam ezenini okuyacaam.” Bana dönüp, “Yaagup hoca, namaza gel deyeceem emme gelmezsin biliyom. Ne namaz gıldığın var ne oruç duttuğun. Ceennemde eyi yanacaan, ben de seni gurtarmayacaam habarın olsun. Namazdan soora gel çay içek veya ben geleyim,” deyip câmi kapısına yöneldi. Seferaa arkasından gülerek bağırdı. “La Baattin hoca, öte yanda sen gendini cennette olacaan mı sanıyon?” “He, orada olacaam Seferaa. Siz bu ooretmennen barabar ceennemde yanarken ikinizi de gurtaracaam ordan. Yarabbim bu Seferaaynan şu Yâgup hocayı çıkar ceenneminden, emme cennete de getirme, dursunlar ortada bi yerlerde deyecaam rabbimize, heralda bizi gırmaz rabbim.” Komşular kahkahadan yarılırken akşam ezanını okumak için minâreye tırmanmak üzere câmi kapısına yürüdü. Bahattin Hoca Bülent Ecevit’in partisine oy verdiği için pek sevilmez bizim köyde, yâni solcu bir imam. Benim Seferaa ise aşırı derecede dindar, aşırı derecede muhâfazakâr. Birbirlerinden pek hoşlaşmıyorlar. Sık sık böyle tatlı tatlı atışırlar.
Komşuların çoğu iknâ oldu katır meselesine ama Cingen Saadettin iknâ olmadı. “Mıhdar, eşşeenen gatır aynı şey. Sen baa geçen sene zorunan sattırdın keçilerimi. Garaarımız hem eşşek hem keçi üzerineydi. Bu eşşek de bu koye giremez, garar var.” Muhtarın kafası karışık, “La Saadettin dur hele, bi düşünek. Adamın dediği doğru, câmi avlusuna bizim garar işlemez ki. Herif mayışlı devlet memuru. Câminin avlusu da devletin arâzisi sayılır, oraya da garışamayık.” Sağ elinin işaret parmağı ile beni gösterdi, “Aha şu ooretmen de beş on dene keçi getirse, okulun baaçasında beslese ona da garışamayık. Okulun baaçası demek devletin arâzisi demektir. Ayrıcana, bu keçi deel, eşşek de sayılmaz. Bu bir gatır. Dolayısıynan galacak burada, bi şey yapamayık. Hadi gidek ebdesimizi alak gelek bâri.”
Cingen Saadettin öfkeli, muhtar düşünceli, tüm diğer komşular gülüşerek evlerine dağıldılar. Birazdan gelip Bahattin İmam’ın arkasında saf durup akşam namazını kılacaklar. Ben de gülümseyerek lojmanıma yürüdüm. Ertesi gün okulda normal müfredat derslerimi yaptıktan sonra son derste 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı töreni için çocuklara iki marş öğrettim. Beş altı marş, türkü yeter. Araya da birkaç şiir koyarız, okulun bahçesinde bütün öğrencilerimin katılımıyla güzel bir 29 Ekim gösterisi yaparız, diye düşünürken aklıma bir muziplik geldi: “Bu gösterimizde İmam Bahattin’e davul çaldırayım. Okulun geniş bahçesinde tüm köy ahâlisinin katılımıyla şöyle güzeeel bir Cumhuriyet Bayramı kutlaması yapalım.” Pekiii, imamı bu gösterimize katılıp çocuklarla birlikte davul çalmaya nasıl iknâ ederim? “Bir yolunu buluruz,” diye düşünerek derslerimi tamamlayıp, çocukları evlerine yollayıp okulun kapısını kilitledim. Hava henüz tam kararmadı, lojmanımın penceresinden bakınırken câmiyle mezar duvarı arasında Bahattin imamı gördüm. Süslü semerini taktığı katırına binmiş, altı köşeli Sivas şapkası başında, köyün içinde yavaş yavaş ve havalı havalı tur atıyor. Okula yöneldi, lojmanımın önünden geçerken seslendi. “Yaagup hocaaa, ağşam namazından soora gelecaam, çay demle, birez sohbet ederik.” “Tamam Bahattin hoca, gel namazdan sonra.”
Gaz lâmbamı yakıp tüpün üstüne çaydanlığı koydum. Hava epeyce serin, tezek sobamı yakıp içine tezekleri, kermeleri attım. Beş on dakika sonra minârenin şerefesinden Bahattin İmam’ın akşam ezanı başladı. “Allaaahü ekber allaaaahü ekber, Yaagup hoca seeeen de geeeeel.”
Bâzen muziplik olsun diye ezanlarının içine tam makâmından beni de ekler imam Bahattin dostum. Namazdan sonra çaya geldiğinde şu davul çalma meselesini açayım bâri, onu mutlaka iknâ etmem lâzım. Tüpteki su kaynadı, demliğe bolca çay koyup, demleyip imamı beklemeye başladım. Demli çayı çok sever dostum Bahattin İmam. Namazdan sonra yürümek yerine katırına binip geldi. Oysa okul cami arası elli altmış metre kadar. Katırı okul bahçesindeki elma ağaçlarından birine bağladık. Çayımız tam tavşankanı demlenmiş, höpürdetti. “La Yâgup hoca, ne diyon sen? Ben davul mavul çalmam. Tööbe tööbeee… Bah, dinimizce yasak, günah, bu bir. İkincisi, sırf Garacalı’da deel, yedi düvelde ağızlara sakız oluruk, bu iki. Çay gözel olmuş, doldur hele. Bunu yaparsak Seferaa bizi tüfeğinen govalar, bu üç. Diyânet hakkımda govuşturma açar, mayışımdan olurum, bu da dört. Vazgeç bu işten, ne yapacaasan çocuklarınan yap, beni garıştırma. Bi çay daha go.”
“Bak Bahattin hoca, bu iş dînimizce günah değil. Bana davulun, şarkının dînimizce günah sayıldığını gösteren bir tane âyet, bir tane hadis göster, derhal hacıya gidip gelip senin saflarında namaza başlayacağım, bu bir.” “Yaagup hocaaa, günaa giriyon şu anda. Çayı doldur hele, gözel demlemişin.” “Yedi düvelde ağızlara sakız oluruz ama şöyle oluruz: İmam ile öğretmen elele vermiş, köyde Cumhuriyet Bayramı yapmış, derler. Ne güzel olmuş, derler, bu iki.” “Çayın suyu birez soğumuş, altını yak. Eeee?" “Seferaa’nın tüfeği yok. Onu ben hallederim. Belki senin yanında türkü söyler bu üç,” deyince Bahattin İmam kahkahayı bastı. “Diyânet kovuşturma falan açmaz. Çünkü yaptığımız iş yasalara, diyânete, dînimize aykırı değil, doğru bir iş bu da dört, var mısın?” “Yok hoca, bu doğru bi iş deel. Sen işine bah, ben işime bahayım. Sen çocuklarını oğret, ben namaz gıldırayım, cenâze yıkayıp, altına pamık dıkayıp gömeyim. Beni garışdırma bu işe, bayramını yap gendi gendine. Hadi ben galkayım, yatsıya az galdı.” “Otur otur, daha yarım saat var. Bir çay daha koyayım, güzel demlendi.” “Eyi, goy bakalım. Emme ben bu işte yokum, habarın olsun.” Çayını tâzeledim. “Pekiii, Bahattin Hoca, gel pazarlık yapalım. Biliyorsun bu köye ben senden sonra geldim. Geldiğimden beri ne câmine geldim, ne oruç tuttum, ne namaz kıldım.” “Biliyom, biliyom, Allah seni affetsin.” “Bunu bütün köylü biliyor mu, biliyor. Seferaa biliyor mu, biliyor. Muhtar Ahmed biliyor mu, biliyor.” “Hepimiz biliyok, işallah rabbimizin affına mazhar olursun. Son bi çay daa go, yatsı ezenine gidecaam.” “Bak, gel sen şu Cumhuriyet Bayramı törenimizde çocukların yanında davul çal,” “Eeeee?” “Bunu yaparsan ben de bundan sonra burada kaldığım bütün zamanda cumâlara gelip, Ramazan’da oruç tutup, kurbanda kurban kesip, fitre zekât verip…” “Ağnadım hoca. Bunnarı yaparsan belki olabilir. Emme sen ne namaz gılmayı, ne oruç dutmayı bilmezsin ki. İslâmın beş şartını da bilmezsin.” Çocukluğumda Kur’an kursuna gittiğimi, hatim ettiğimi, bu kurslar esnâsında bâzen müezzinlik yaptığımı falan bilmiyor. Hâfızamda kaldığı kadar imama döktürmeye başladım. Önce Yâsin sûresinin başından birkaç âyet okuduktan sonra sâbâ makamından bir sabah ezanı okuyunca gözleri faltaşı gibi açıldı Bahattin imamın. Ardından bir de tam makâmından Selâ okuyuverince pes etti. Son olarak Buhûrizâde Mustafa Itrî’nin Bayram Tekbiri ve Salât-ı Ümmiyesini de söyleyince nakavt oldu. Yüzü kıpkırmızı. “Tamam la, Cumhuriyet Bayramında sizinnen davul çalacaaam söz. Seet gaç? Yatsıya geç galmayak. Hadi ebdes al, camiye gidiyok. Hadi hadi galk çabuk. Emme beş vakit gelecaan. Cumâ’lara da gelecaan, Ramazan’da oruç da dutacaan, gurban da kesecaan, ben de bayramda sizinnen davul çalacaam, ağnaşdık mı?” Elini tutup kurbanlık koyun pazarlığı yapar gibi aşağı yukarı sallamaya başladım. “Vakit namazları demedim Bahattin Hoca, sadece Cumâ namazlarına gelirim, dedim. Şu oruç tutma işini de düşüneceğim. Sizinle sahura kalkarım ama gündüz acıkınca kimseye göstermeden yemeğimi yerim, akşam yemeğine sana iftara gelirim. Anlaştık mı?”
Sıkılı ellerimiz aşağı yukarı sallanırken pörtlek olan sağ gözü ile gözlerime bakıp beş - on saniye düşündü. “Tamam la Yaagup Hoca, ağnaşdık.” Elini bıraktım. “Anlaştık Bahattin Hoca. Hadi git yatsı ezanını oku. Seferaa ile dalaşma, iyi akşamlar.” Dostum, arkadaşım Bahattin İmam, süslü semerli katırına binip elli metre ötedeki câmiye doğru yöneldi, minâreye tırmanıp yatsı ezanını okumak üzere. Bu sene Karacalar köyündeki Cumhuriyet Bayramı muhteşem oldu. Boynunda asılı köy davulu, Bahattin imam iyi bir performans gösterdi. Çocuklar zaten çok başarılıydılar.
“CUMHURİYET, CUMHURİYET, EN GÜZEL ŞEY HÜRRİYET, NİCE ZAHMET, NİCE EMEK VERDİ SANA BU MİLLET.”
Hâlen o akşam yaptığımız pazarlığımız sonucu vardığımız anlaşmamız üzerine Cuma namazlarında dostum Bahattin İmam’ın ardında saf tutuyorum. Komşular, hele Seferaa çok mutlu bu durumdan.
“Keh keh keh… Ne oldu la, imana gelmişin bakıyom.” “Sen karışma Seferaa, Pörtlek İmamla anlaştıydık. O sözünü yerine getirdi. Ben de sözümü yerine getiriyorum. Bir gün minâreden sana selâ okuyayım mı? İyi okurum, kursunu aldıydım çocukluğumda.” “Yok la yok, ben daha çoook yaşayacaam. Hepinize selâ okurum marağetme.” “Bu konuda yüce yaradandan söz mü aldın?” “De get la başımdan. Ağşama gel, boğün tavık kestiydim. Barabar yiyek.” “Olur Seferaa, yanına bulgur pilavı yapsın Ayşe annem. Turşu var mı?” “Var la var, gel ağşama.”
6 Ağustos 1979
Okul durumumu anlamak için Ankara’ya gittim. Öğrenci affı diye bir şey çıkmış, okuluma devam edebilecekmişim. Dönüşte minibüsten inip on kilometrelik köy yolumu yürüdüm. Harman yerine yaklaştığımda öğrencilerimden kızlı oğlanlı bir grup koşup geldiler terli terli, bacaklarıma sarıldılar. “Hoş geldin örtmenim, hoş geldin örtmenim.” “Hoş bulduk çocuklar, hoşbulduk. Selâmünaleyküm komşular, kolay gele.”
Kadınlı erkekli hepsi harman yerindeler, bağırıştılar. “Hoş geldin hoca, hoş geldin Yaagup ooretmen. Gı bi garpız kes ooretmene yisin serin serin, yol yörümüş terlemiş bu ıscakda.”
Hepimiz terlemişiz, sıcak havada ağır emek ve ter kokusu... Karpuzun yanında lavaş, taze peynir, ohhh değmeyin keyfime.
Bugün burada son gecem. Ankara’ya tahsilime devam etmek üzere dönüyorum. Ne çok şey öğrendim burada yaşama dâir. Çocuk geldim, büyümüş gidiyorum. Çok çiğdim henüz, pişmemiştim daha, kıvamında pişmiş gidiyorum. Ham geldim, olgunlaşmış gidiyorum. Donanımsızdım, donanmış gidiyorum. Bilgisiz geldim, öğrenmiş gidiyorum. Çok alışmıştık birbirimize, sizleri özleyeceğim komşular, hoşça kalın.
***
Okumamı bitirdiğimde baktım ikisinin de, Sefer Amca ve Ayşe Teyzemin gözleri yaşlı.
“Sağol la hocaanım, Allah razı olsun. Bu defteri gaybetme, bi gün o deliyi bulursan verirsin.”
“Bulacağım onu Sefer Amca.”
“Bulursan bi sor, benim bulgur pılavımı ozlememiş mi. Gelsin mısafırım olsun, pılavımdan yisin.”
“Bulacağım onu Ayşe Teyze. Bulup getireceğim onu sana. Bulgur pilavını beraber yiyeceğiz. Hadi ben okula dersime gidiyorum, kahvaltı için teşekkürler.”
“Ağşama gel defterden birez daa oku la hocaanım. Gız Ayşa, hocaanıma bulgur pılavı bişir, Yaagup Öğretmenin sevdiğinden olsun, guyruk yağlı, tereyağlı.”
***
Yazarın notu: Kübra öğretmen beni bulamadı ama kırk yıl kadar sonra görev köyüme ziyarete gittiğimde hepsi köy mezarlığından bana “merhaba,” dediler.
“Hoş geldin hoca, hoş geldin Yaagup ooretmen. Gı bi garpız kes ooretmene yisin serin serin, yol yörümüş terlemiş bu ıscakda.”