Tarih: 08.08.2014 12:56

Düşte, Aşkta Bir İnanç

Facebook Twitter Linked-in

Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde
Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu
Varıp eşiğine alnını koydum
Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu

 Gözlerim yollarda bekler dururum
Nerde kardeşlerim diyordu bir ses
İlk Kıblesi benim ulu Nebi’nin
Unuttu mu bunu acaba herkes

 Burak dolanırdı yörelerimde
Mi’raca yol veren hız üssü idim
Bellidir kutsallığım şehir ismimden
Her yana nur saçan bir kürsü idim

 Hani o günler ki binlerce mü’min
Tek yürek halinde bana koşardı
Hemşehrim nebi’ler yüzü hürmetine
Cevaba erişen dualar vardı

 Şimdi kimsecikler varmaz yanıma
Mü’minde yoksunum tek ve tenhayım
Rüzgarlar silemez gözyaşlarımı
Çöllerde kayıp bir yetim vâhayım

 Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde
Götür müslümana selam diyordu
Dayanamıyorum bu ayrılığa
Kucaklasın beni İslâm diyordu”

                                Mehmet Akif İnan

 Yahşi derelerin, aman bilmez dağların feryadı figanına inat, ahu zarı sicim gibi yüreğe dağlayan bir anlam. Anlam içindeki sukut, sukut içindeki anlam… Güzel bir adam. İçine doğru akan bir ırmak.Sıra servilerin patlamaya hazır tomurcukları ile zamana meydan okuyan bir seyyah…

Bozkırın servileri,  insanoğluna baharın gizemini fısıldarlar her daim. Karların erimeye yüz tutmasıyla, Bahar Sultanı’nın kardelenlere özgürlük beratını vermesiyle daha bir asudeleşir zamanlar.  Kayaların en dip yerlerinden, usulca başlarını güneşle tanıştıran kardelencikler, beyazımsı bir umudu yayıverirler hayata. Anasız babasızların gözyaşlarından halk olduklarına inanıla gelerek “öksüz oğlan çiçeği” adıyla salına salına inen kardelenler, yetim bir yüreğin avuçlarında tımarlanır nemli bakışlarla…

**

Toprakla, çamurla kavrulan yürekler, imbik imbik süzülürler ariflerin gözyaşı ülkesine. Sonra Güneş selama durur, küçücük bir çocuğun yumuk yumuk ellerine. Teller kâinatın sonsuzluğuna eşlik eder; gürler, coşar. Sonra  saz olur, yâr olur, can olur ...

**

Irmaklar sukuta erer,  İNAN daha da coşar. İçinde ki küheylanlar, onu bilinmez keşiflere götürür. Dolanır durur, anlar ki toprak ana, hep kutlu bir sevgili gibi onun yolunu gözlüyor. Adem’den bu yana en vefalı sadık yârdır o. Çünkü insanla hemhaldir toprak. Onu kendi içine doğru her zaman seyahate çağırır. Gidipte geriye hiç dönülemeyecek seyahate…  

Bağırsan da çağırsan da o hep sessizce sana bakar. Ağalığa, beyliğe, zenginliğe aldırmaz. Kimsin, nesin, nicesin, hiç ilgilendirmez onu…

Akıl danışılan, öğüt alınan hünerli sözlerle, gönülleri açan bu insanlar sayesinde, belki de insanlık tarihi özgün yerini bulmaktadır.

Bir düşünün, Oğuz Beylerinin onca salahiyetine rağmen, Dede Korkut belirleyici olur halkının dimağında. Son söz, onun hikmetli dudaklarından dökülür. Küskünleri barıştırır, kinleri giderir bilgece öğütleriyle. Sözü son demde, O kemale erdirir hünerlice; “boy boylayıp, soy soylayarak”.

Ve Selçuklunun son demleri. Moğol istilasına karşı takati kesilmiş halkın imdadına, söze yürek yükleyen Mevlana ve Yunus çıkar. Gönül yıkmanın, ne denli kötü olduğunu vurgulayarak, göze göze deryalara ulaştırırlar sevenlerini.

Onlarla gönülleri tımarlar Anadolu insanı. Her yıkılan ocakta, yeniden ocaklar dirilir. Her yenilgide, yeni zaferlerin kapısı aralanır adeta. Yürek yürek, yeni dirilişler gerçekleşir doğunun uç kapısında…

Bu son yüzyılımızda, yeni bir insan çıkar sessiz sedasız. Beslendiği kaynakların özgeliğinden olsa gerek, kalabalıklardan uzak bir koza örer kendisine. Bir damarı Mevlana’ya Yunus’a, bir damarı da geleceğin en öte ufkuna bağlanır. Umudunu yitirmiş Doğu’nun, Batı karşısındaki yenilgisini sonlandırmanın, yürek kavgasını verir. Umutsuzluğa ilerleyen kalabalıkları, yeniden diriltmenin gayretine dalar adeta.

Seyit Hüseyin Nasr; “Batı yalanla yaşar, Doğu gerçekler üzerinde uyur” der. İşte bu son asrımızda, Sezai Karakoç gibi Akif İNAN da doğunun bu anlamsız uykusunu, bir türlü hazmedemeyen biri olarak çıkar karşımıza. Bir kırılma döneminden sonra, yılgınlığa sürüklenen Doğu’nun, tekrar eski günlerine ve medeniyetini, yeniden keşfetmesinin mümkün olabileceğinin kavgasını güder. Simur Anka gibi, küllerinden yeniden doğabileceğinin mecburiyetini hissettirir.

Bilimde, kültürde, sanatta yeniden medeniyetimizin gün ışığına çıkarılması gerektiğini işler konularında.

Yitiğini kaybetmiş bir milletin yeniden yitiğini bularak, gönlünün seyri sulukunu tamamlamasını öngörür her seferinde.

Osmanlının son döneminde, liyakatin ters yüz edildiği zamanlara eren, Dede Efendi’nin söylediği söz olarak kayda geçer: “Artık bu hayatın tadı kaçtı” sözü. Ölüm içinde hayat birde söylenmesi gereken. Gereklilik içindeki gereklilik… Hayat dair asudelik, ölüme dair suskun kanaat…Sonsuz rüya, sonsuz aşk… Ebedi bir duruluk, ebedi bir adanmışlık…

“Gel anla ve yaşa doğrusal hüznü
Acılar güvence ölümsüzlüğe

Senden her kaçtıkça sana yaklaştım

Göç nasibim özlem kanımdır benim

**

Bu tenha dünyanın ürküntüsünü
Ekledim gövdeme bir parça gibi

Bir sözdür susuşun bir ince fikir

Bin yorum getirir aklıma birden

**

Gövdemi kurşunlar sererse yere
Kırgın bakışların değdi bilirim

Ve ölüm konuğum olduğu zaman

Duyduğun vicdanın ayak sesidir.”

 Her türlü yapaylığın, adam kayırmacılığın baş tacı edildiği ve gerçek sanatçıların kıyıda köşede kaldığı bir dönemde, büyük bestekâr daha fazla dayanamaz yüzü boyalı gülücüklere ve alır başını gider; gerçek âleme daha yakın bir uzlete. Bu anlamdan da yol çıkarak, içinden yaşayan insanların, ne kadar nazenin olduğunu anlayabiliriz belkide…

Aslında, biraz da bu bağlamda mı değerlendirmek icab eder Akif İNAN’ı . Aynı bayalığın ruhları yağmaladığı bir ortam değil mi yaşananlar? Sadakatin, sevginin, kardeşliğin çıkar çıtaları altında kaldığı, maskeli bir balo değil mi yaşadıklarımız?…

Mescidi Aksa’nın tutsaklığına içerleyen bir içsel anlam. Duru arı bir aşk. Yana yıkıla, ürünü ürünü ilerleyen derelerin, boz bulanık serkeşliğine inat, içindeki dereleri dizginleyen bir asudelik. Evrensel bir şair… Şiiri, aşkı ve yüreği bütünleyen bir nazenin güzel adam. Yediverenlerin bahar rayihası… Baharın yediveren huzmesi…




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —