Ne güzeldi o yorgunluk, ne güzelmiş o uykular. Bilmem sizlerde katılır mısınız? Baharın sonu ot biçimidir. Halk arasında gündönümü de derler. Otlar biçildikten sonra dağ taş bozarmaya, arpalar sararmaya, ekinler de yetmeye başlar. Tam bu sıralarda harman hasat hazırlıkları tamamlanırdı. Özellikle geçen yıldan dişleri dökülmüş düvenlere bakım yapılır ve çakmak taşından oluşan keskin dişler çakılır, karasakız zifti ile tutturulurdu. Herkes düven dişeyemez usta olmak gerekirdi.
Ekinler harmana indikten sonra telaş devam eder; köylüler yaşa yağmura kalmadan bir an önce buğdayı, samanı içeri koymak için geceyi gündüze katarlardı.
Harman olan saplar kuruysa düven koşulur, yaş ise dirgenlerle etrafa dağıtılır, kurumaya bırakılırdı. Fırsat oldukça dağıtılan bu saplar aktarma yapılırdı. En kuru harman, bir veya iki düvenin üzerinde döneceği genişlikte serilirdi. Harmanın çoğunluğu ortada Kümbet gibi dikili kalır, yerdeki sergen saplar düven tarafından öğütüldükçe, yığılı saplardan ya çekberi ya da çatallarla çekilerek tekrar saçılırdı. Sabah çise kalkınca düvenler koşulur, iki çift öküzü olanların düvenleri tek şeritli kara yolu gibi karşılıklı dönerlerdi. Düvenlere atların ve camızların koşulduğu da olurdu.
Düven sürmek nöbetleşeydi. Tabi öküzlerin durumu da nöbet gibiydi. Öğleye kadar dışta dönen öküz, öğleden sonra içe alınırdı. Veya sürüm sırasında saatte bir yer değiştirilirdi. Düvenin sürdüğü saplar belli bir ayarda inceldikçe; genelde dedeler veya babalar yahut evde yetişik delikanlılar tarafından malamanın durumuna göre dirgen veya yabayla aktarma yapılırdı. Harman aktarılırken düvenlerin üstünde ya kadınlar veya çocuklar olurdu. Eğer çocuklar varsa ağırlık olsun diye düvenin üstüne taş da konurdu. Kuşluk vaktinden sonra ısıcak çöker, öküzlerin ayağından kalkan saman tozları, tepeden tırnağa sarar, bizde bir kaşıntı başlardı. Hatta hafifte rüzgar eserse nefes alamaz hale gelirdik. Düven üstünde dolanırken bir uyku çökerdi bedene. Gözümüzü açamazdık. Başımızı dik tutamadığımızdan, meseslere yaslardık. Öyle mi güzel ve tatlı olurdu bu uykular. Ya bir azarla veya gürültüyle uyanırdık. İlkin o sıcaklarda öğrendik gölgenin ve soğuk suyun kıymetini.
Tam harman zamanı Çerçiler gelirdi. Çerçilere buğday, arpa verir alırdık. Kimi kavun, kimi karpuz, kimi de yaşüzüm satarlardı. Hele üzüm salkımlarına elimizi sokmaya çekinirdik arıların yüzünden.
Allahım bu meyveler o kadar mı tatlı olurdu? Ya o zaman pek bulunmazdı veya gerçekten tatlılardı. Günümüzde, o günleri yaşayıp da o tatları halen damağında hissetmeyen yok gibidir. Düven sürmek işkence gibi gelirdi bize. Aşağıda malamanın tozu, yukarıda Temmuz´un yakan güneşi çek çekebilirsen. Bunlar yetmezmiş gibi, malama inceldikçe, öküzlerin burunlarını yere sürterek dene yemeleri yüzünden yediğimiz fırçalar, azarlar da cabası. Hele öküzlerin dışkıları sade başa belaydı. Hayvanların işeyeceği sırada, düvenin üstünde olan bir kap veya teneke tutulur, eğer yoksa harman sapını toplayıp yetiştirmeye çalışırdık. Çok dene yemelerinden dolayı öküzler birde ishal olmuşsa, hiç sormayın anlatmayım. Malama inceldiği zaman öküzlerin ağızlarına kafes de bağlandığı görülürdü. Bazen düven dişlerine saplar takılır önüne yığılırdı. Tam bu sıralarda patates, pancar tarlalarının su vakti de gelirdi. Düvenden kurtulmak için can atardık gitmeye. Bazen bu sulama nöbetleri gece de olurdu. Sabaha kadar su işi, akşama kadar da düven, dayan dayanabilirsen. Uyku mu ! ne uykusu? Fırsat olursa ancak bir iki saat kestirebilirsin. Geceleri harmanda yatar; ay batana kadar da oyunlar oynardık.
Anlayacağınız dene, saman eve girene kadar uykularda harmandaydı. Bazı evlerin ya harmancıları veya azapları olurdu. Onlarda evin horantası gibiydiler. Öğleye doğru çoluk çocuk, kadın kız sökün ederdi köyden. Ellerinde soğumasın diye sarıp sarmalanmış tereyağlı bulgur pilavları, çörekler, börekler, yoğurtlar, serme kaymaklar evlerden servis edilirdi harmanlara. Öküzler koyrulur sulanmaya gider, biz sapların dibinde yemeğe otururduk. Komşu harmanlardakilere de buyur ederdik. Birarada yediğimiz çok olurdu. Kaşık çatırtısı çökerdi sofralara. İşin o yoğunluğunda, en güzel sohbetler, şakalar birbirini kovalardı. Harmanlar arasında nişanlı gençler, yavuklular kaçamak bakışlarla birbirlerini süzer, fırsat bulurlarsa hediye alır verirlerdi. Öğleden sonra genelde hava karışır, yağmurlar başlardı. O telaşeyi hiç unutamam. Saçılan saplar, serili malamalar hızla toplanır, herkes bir telaş içinde koşuştururdu. Yetiştiremeyenlere yardıma gidilirdi. Düven sürümü harmanın büyüklüğüne göre üç beş gün veya hafta sürerdi. Harmanlarda düven işi bitince tığlar yığılır, harmanın büyüklüğüne göre tığların uzunluğu olurdu.
Tığlar yığılırdı yığılmasına da, o zamana kadar neler çekerdik neler. Ne gecemiz, ne gündüzümüz vardı. Yorgunluk, bıkkınlık kapımıza uğrayamazdı. Bırak uğramayı kimseye söyleyemezdik bile. Kısaca iş bitmeden yorgunum demek günah gibi bir şeydi. O yorgunluk içinde nereye yatsak uyuya kalırdık. Düvenin üstü, sapın dibi, yığının gölgesi kutnu döşek gibi olurdu bize. Şimdi düşünüyorum da düvenlerde biz sadece sapları eritmemişiz. Ömrümüzün en güzel yılları, sağlığımızın en güzel günleri de erimiş. Üretme duygumuz, çalışma düsturumuz da erimiş.
Geliştik sandığımız Teknoloji, bizi hazıra ve onu tüketmeye alıştırmış da haberimiz yok. Ya sapların dibinde onbeş yirmi kişilik kurulan sofraları, o birliği, o dayanışmayı da götürmüş içimizden. O harmana telaşla en güzel çörekleri, börekleri getiren oğullar, gelinler, torunlar; bu gün büyüklerini huzur evlerine yatırma yarışına girmişler. Ne oldu bize de bu hale geldik? Hayatımızın bir çok alanını kolaylaştıran Teknolojik gelişmeleri o eski güzelliklerimizle niye kaynaştıramadık? Akrabaları, Komşuları, bayramı, cenazeyi, düğünü de unuttuk. Herşey ödünç hale geldi. En geç on onbeş günde yıllık erzağını içeri koyan insanlar mutluydular. Belki herşeyleri yoktu, her istediklerini de alamıyorlardı ama paylaşmayı, dayanışmayı biliyorlardı. Bu yazıyı okurken düvenleri, harmanları mı hatırladınız sadece? Yoksa bu işlerle birlikte, hayatınıza anlam katan, can katan dedelerinizi, ebelerinizi, akraba ve komşularınızı kısaca bunların oluşturduğu o büyük ve onurlu ailenizi mi? Şimdi kaldık mı tek başımıza. Şu sanal medya, bu televizyon, o cep telefonu; akrabaların, komşuların yerlerini tutuyor mu dersiniz? Hele sırça saray gibi döşediğimiz evlerimizdeki sahte sohbetlerimiz, harmanların dibindekine benziyor mu? İsterseniz düvenleri koşalım mı ?