EFİL ÜFÜL

EFİL ÜFÜL

...

EFİL ÜFÜL 

Bugün öğleden sonra Ulaş Karacalar Köyünden 40 sene önceki talebelerim, Mükremin, Celal, Seydâmed, Selma beni aradılar, çok mutlu oldum.

“Hocam nassın, niidiyon, hepimiz biraradayık.Seni de marağ ettik”

“İyi be Mukremin, idâre ediyok. Ufak tefek sağlık sorunlarımla uğraşıyom. Bu kış koyümüze gelecaam. Zobayı eyi yakın.”

“Gel hocam, bekliyok. Seni seviyok… Hocam, Efil Üfül Orhan hoca ıraametli oldu. ”

O an telefonu kapatıp düşündüm. Allah rahmet eylesin.

“Koyde benim zamanımdan galan var mı?”

“Bi Garpız Memed, bi de Gotügırmızı galdı hocam.”

***

EFİL ÜFÜL

Sivas / Ulaş, Karacalar Köyü, 1977

 

Günlerden Pazar. 

Adaşım Hacıyâgup, “Hoca hadi Ulaş’a gidek gezek,” dedi. Hava güzel, Mayıs ayı, karne zamanına da az kalmış. 

“Olur,” dedim.

“Emme yörüyerek gidek. Daha eyi gezerik.”

Zaten yürüyerek gideceğiz. “O tarafa giden bir traktör falan denk gelirse binmeyelim,” demek istiyor. 

Ulaş on kilometre.

“Olur Hacıyâgup, yörüyerek gidek” dedim. İnsan bir süre sonra farkında olmadan şiveyi kapıyor.

Hacıyâgup, Karacalar’daki bir başka yakın dostum. Diğerlerinden epeyce farklı. Köy ahâlisinin tamamı beş vakit namaz, içki miçki köye adım atamaz. İlk haftalarda bana “Hoca, bari cuma namazlarına gel,” diye çok yalvardılarsa da baktılar benden umut yok, sonunda vazgeçtiler. 

Ama Hacıyâgup bazen evinde rakı bulundurur, ara sıra beni çağırır, kimselere göstermeden ince belli çay bardağı ile birer tek atarız. 

Kerpiçten evinin bahçesinin hemen önünden Karacalar Deresi akıyor, şırıl şırıl. Sonradan bu derenin önünü kesip baraj yapmışlar, şimdi orada kocaman bir baraj gölü var, Karacalar Barajı. 

İri yarı, pehlivan yapılı sarışın, yakışıklı bir adam. Kızı Gül-beyaz ikinci sınıfta okuyor. Çok severim Gülbeyaz’ı, akça pakça bir çocuk. 

Hacıyâgup belden aşağı sohbeti çok sever. İstanbul’da inşaat-larda çalıştığı günlerdeki yediği naneleri anlatır da anlatır. Sevdiklerine en hafif iltifatı: “Daşşaanı yidiğim”. 

Bana da sık sık böyle hitap eder. Hin yanı da çoktur. 

Bir maaş günü Sivas’ta uzaktan beni görüp izlemiş. Ertesi günü herkesin içinde muzip muzip, bir de sağ elinin işaret parmağını sallayarak “Hocaam, daşşaanı yidiğim, nöörüyodun, nahas gettin garajların oraya?” diyor. Hepsi birden imâlı imâlı bakıp gevrek gevrek gülüyorlar. 

“Elinin körü Hacıyagup” diyorum içimden. Yüzüm de kızar-mıştır herhalde.

İşte bu keyifli adamla Ulaş ve civarında bütün gün lâflaya lâf-laya gezdik. O otuz beşlik rakısını aldı, poşetine koydu. On kilometre yavaş yavaş yürüyerek, sohbet ederek döndük köye. 

Yorulmuşum biraz, lojmana gidip dinleneyim bari. 

Aaa, kapım açık. İçeride tanımadığım güzelce bir kadın, bir de çocuk iki üç yaşlarında.

“Hoşgeldiniz” diyor, ev sahibi edasıyla bana. 

“Siz Yakup hocasınız herhalde. Eşim, muhtara kadar gitti, şimdi gelir.”

Hoppalaaa, buyur buradan yak. İçeri bakıyorum benim uydu-ruk eşyam yok, doğru düzgün ev eşyası, koltuk, masa sandalye falan var. Beş basamaklı minicik verandama bir sandalye çı-kartıyor.

“Oturmaz mısınız, çay ikram edeyim size,” diyor. 

Şaşkın, oturuyorum. 

Okul bahçemiz genişçe, bir dönüm kadar vardır sanırım. Oku-lun köye doğru olan tarafı elma ağaçlı, daha küçük. Giriş kapısının olduğu, tepeye doğru bakan tarafı epeyce büyük. 

Yan tarafta biri kız biri oğlan, suyu lavabosu olmayan öğrenci tuvaletleri. Okul kapısının tam karşısındaki bahçe duvarına bitişik çeşmeden, okulun ve lojmanların su gereksinimi sağlanır.

Çeşme, sürekli önündeki büyücek yalağa akar, o yalağa şöyle bir uzansa insan sığar, bir keresinde sığmıştım, daha sonra anlatacağım.

Çeşme ve yalağın on metre kadar berisinde kulübemsi, toprak damlı küp biçiminde bir yapı daha var, ondan hiç söz etme-miştim. İkinci bir öğretmen gelirse diye yedek lojmanmış. Köylüler, imece usulü yapmış vaktiyle, hiç kullanılmamış. 

Genç kadın bana çay ikram edip biraz anlatıyor. Buraya yeni tayin olmuşlar. Kocası, yeni öğretmenimiz yâni, benim bekâr olduğumu öğrenince, hem zaten on yıllık öğretmenmiş, demiş ki, “Arkadaş bekâr nasıl olsa, biz aileyiz, burada oturalım. Yakup öğretmen öbür lojmanda otursun.” 

Üç beş parça eşyamı da taşıyıvermiş bir güzel, sağolsun,  Allah razı olsun.

Bizim Muhtar kısa boyludur. 

Uzaktan Muhtar’la ondan daha kısa boylu biri beliriyorlar.

Anadolu’da “gözleri fer fecr okumak” diye bir söz vardır. Yeni öğretmenin gözleri yanında fer fecr okumak ne kelime... Muh-tar Ahmet de sıkıntılı durumdan, belli. 

Hiç sözünü etmedim. “Hoşgeldiniz,” dedim, o kadar. Kerpiçten yapılmış, içi dışı çamurla sıvanmış yeni lojmanıma gidip arkadaşın taşıdığı eşyamı yerleştirdim. 

Berbat bir yer, anlatılması mümkün değil. Dış kapıdan girince sağlı sollu iki küçük oda, o kadar. Duvarlar badanasız, çamur sıvalı. Tuvalet yok, ihtiyaç karşıda, bahçedeki öğrenci tuvaletinde giderilecek, elinde su dolu ibrik. 

Karacalar’daki son beş altı ayım burada geçti.

Mükremin’in söylediğine göre altmış sene kadar önce yapıldığından beri burada ikâmet etmiş olan tek öğretmen benmişim.

Köyün tamamına yakını AP ve MSP’li. İçlerinde Seferaa da olmak üzere sekiz - on kişi de MHP’li.  Koca köyde CHP’ ye oy veren ve verdiği bilinen sadece bir kişi var: Gotügırmızı. Bu nedenle pek sevilmez. Bir de imam Bahattin CHP’ye oy verirdi. 

Seçim günü ben sandık başkanıyım, Gotügırmızı ile birbiri-mize göz kırptık diye sandık kurulunda görevli olan bizim MHP’li Seferaa on gün küsmüştü bana.

“La sen sandık başganı deel misin? Sandık başganıysan taraf-sız olacaan. O Gotügırmızı denen herifinen ne sırnaşıyon oole?” 

Belli, çok öfkelenmiş. On gün sonra lojmanıma geldi de barıştık.

Yeni öğretmen de MHP’li. Kısa boylu, hafif tombulca, konu-şurken gözleri fıldır fıldır, esmer, bıyıklar olabildiğince aşağı sarkık, kollarını yana aça aça ve hızlı hızlı yürüyen biri. 

Seferaa tarafından lâkap anında takıldı; “Efil Üfül” ve de hemen benimsenip yayıldı köy halkı arasında ve tüm Ulaş diyârında.

Geldiği gün ben Ulaş’taydım ya, Seferaa görmüş, sonradan bana anlattı. 

Bu, arabadan iner inmez hemen diz üstü çömelip secdeye varıp toprağı öpmüş, yine dizüstü vaziyette ellerini dua eder gibi havaya açarak, “Şükürler olsun, şükürler olsun. Gızılbaş köyünde çalıştım en son, oradan geliyom,” demiş etrafa duyura duyura. Seferaa anlatırken öyle güzel taklidini de yaptı ki, sanırsın Cüneyt Gökçer sahnede.

“Hemen o an puanımı verdim Yagup hoca,” dedi Seferaa. “Âdil ooretmenden önce Necâti ooretmen varıdı, gızılbaşıdı. On sene galdı burada. Gızılbaşıdı emme adam gibi adamıdı, aha da senin gibi. On sene yidiğimiz içtiğimiz ayrı getmedi Necâti ooretmenle. Bu senin baaçadaki elmaları da o diktiyidi.”

Efil Üfül ile sınıfları paylaştık. Birinci, ikinci, üçüncü sınıfları ben aldım, dört ve beşleri ona verdim. Baktım, kıdemi benden fazla olduğu için okula müdür olmak istiyor, hem de çok istiyor. 

Kendime bir istifa dilekçesi yazdım. 

“Karacalar Köyü İlkokulu Müdürlüğüne, şu tarihten beri sür-dürmekte olduğum müdürlük görevinden istifamın kabulü konusunda gereğini saygılarımla arzederim.” 

Yazdığım dilekçeyi giden evrak defterine kaydedip işleme soktum. Ardından okul müdürü olarak dilekçeyi yine kendim kabul ettim, bir hafta sonra Sivas Millî Eğitim Müdürlüğünden onay yazısı geldi, Efil Üfül öğretmen okul müdürü oldu böy-lece.

Seferaa bu işe de çok kızdı, günlerce söylendi bana.

“La Yagup hoca, enâyisin, enâyi. La müdürlük bırağılır mı heç?” 

YARIŞ

Sivas / Ulaş, Karacalar Köyü, 1977

 

Efil Üfül öğretmen, tarz olarak Kör İmam Bahattin’le biraz benzeşiyor. Bu nedenle birbirlerini pek sevemediler. 

Sık sık yerli yersiz tartışırlar, bazen ağız kavgası yaparlar. Ama yine de Efil Üfül Cuma namazlarında gider Kör İmam’ın ardında saf tutar, ne yapsın, çare yok.

Komşulardan birinin İstanbul’da çalışan oğlu bir gün çok eski model bir büyük Şevrole ile geldi. Şu klasik yayvan olanlardan. Bir kaç ay Sivas’a maaş almaya onunla gidip geldik. 

Baharözü minibüsünden daha pahalıya götürüyor ama rahat rahat gidip geliyoruz. Bazen bu araçla, maaş günleri dışında hafta sonlarında Sivas’a gezmeye gidiyoruz. Bir kaç kez imam Bahattin ile Efil Üfül öğretmen arasında “ön koltuğa şoför yanına sen oturursun - ben otururum” tartışması yaşandı. Bir keresinde çok sertleşti tartışma, araya girip yatıştırdık. 

Aslında ikisi de haklı. Arkada üç kişi, bazen dört kişi sıkış tepiş, önde bir kişi rahat rahat. Kim istemez önde oturmayı? Ben her seferinde ön koltuk boş da olsa efendice gidip arka koltuğa oturuyorum. Zaten yol kırk beş dakika, bir kitap alıyorum elime, bir bakıyorum Sivas’tayız.

Yine bir maaş günü ve Şevrole ile gidilecek. Hazırlanıp içi dışı çamur sıvalı lojmanımdan çıktım ve öbür lojmanın kapısına vurup seslendim. 

“Hoca geliyor musun, bak gecikirsen imam kapacak ön koltuğu.”

Telaşla “Geldim, geldim,” diyor. 

Okulla cami arası yaklaşık elli altmış metre kadar. Aracın sahibinin evi de tam ortamızda bir yerde. Hızlı hızlı yürümeye başlıyoruz, bakıyorum cami avlusundaki lojmanından imam çıkıyor.  O da hızlı hızlı yürüyor. Efil Üfül biraz daha hızlanıyor, ben geride kalıyorum, acelem yok. İmam Bahattin de hızını artırıyor. 

Televizyonda postacılar arası yürüme yarışı gördünüz mü hiç?

Bu yarışta koşulmaz, olabildiğince hızlı yürünür. Kural olarak, her adım atışta geride kalan adımın yerle temasının kesilmemiş olması gerekir. Aksi takdirde, yâni geride kalan adımın yerle temasının kesilmesi durumunda, yarışmacı yarış dışı olur. 

Bizim yarışçılar bir süre böyle postacı yarışı adımlarıyla hızlı hızlı gidiyorlar. Sonunda Efil Üfül’ün geride kalan adımlarının yerle teması kesilmeye başlıyor, yani koşuyor. Onun koştuğunu gören imam da koşmaya başlıyor. 

Seferaa, Garpız Memed evlerinin önündeler. Diğer komşulardan da ilgiyle izleyenler var. Adıgözelaa, Âdilaa, Ömeraa, Bakkal Kör Fazlı, Cingöz Saadettin, evlerinin önünden gülerek seyrediyorlar imamla öğretmenin yer kapma yarışını. Ben iyice gerilerde kalmışım. 

Dört beş adım farkla Efil Üfül öğretmen yarışı kazanıyor ve kendini soluk soluğa ön koltuğa atıp kapıyı kapatıyor. 

Üç dört saniye sonra imam Bahattin aracın başında, suratı yenilginin getirdiği öfkeden dolayı kıpkırmızı, sol eliyle ön kapının koluna yapışıyor, kapıyı açıyor, sağ elini iyice havaya kaldırıyor, öyle bir şamar sesi ki taaa Baharözünden duyulmacasına. 

Efil Üfül ok gibi fırlıyor yerinden, okkalı bir yumruk sallıyor ama imam kendinden beklenmeyecek kadar çevik, yumruk boşa gidiyor. İri yarı Seferaa çok yakında zaten. İmamı kucaklayıp sımsıkı tutuyor, ben de yetişip şoförün yardımıyla Efil Üfül öğretmeni sıkıca sarmalayıp etkisiz hale getiriyorum. 

Garpız Memed elli metre yukarıdaki evinin kapısının önünde hâlâ, böyle durumlara hiç dayanamaz, karnını tuta tuta, eğile kalka kahkahalarla gülüyor. İmam, yarışı kaybettiği için arka koltuğa, yanıma oturuyor mecburen. Yol boyunca arabanın içinde iki kişinin burunlarından solumalarının sesi dışında ses yok, ben kitabımı okuyorum. Kavganın Sivas’ta devam etmesine de izin vermiyoruz. Dolayısı ile Efil Üfül öğretmen, yediği okkalı şamarın acısı ve suratındaki bir süre geçmeyen beş parmak kızarıklığı ile kalıyor. 

Varsa inanmayan, Karacalar’a gider, Garpız Memed, Seferaa ve olayı izleyen diğer komşulara sorar, aynen böyle oldu.



Anahtar Kelimeler: