***
Düz ovaya yayılan başakların bereket türküsü, bir yılkının sırtında sırra kadem basmadan, harmanın alaca bağrına indirilir usul usul...
GÖLGESİNE sığınılan ulu dağlar misali babalar, koyunlarına aldıkları çocuklarının tozlu yüzlerine baka baka, kanaatten örülmüş düşler kurarlar yüreklerinin en tenha yerlerinde...
Bir of çekip,sicim gibi yaşlar gözlerden süzülmeden az evvel, biteviye bir türkü yankılanır dağ dağ, tepe tepe... Akşamın ılık siluetinde, çıkan rüzgarla karışık bir sevinç yayılır genizleri yakan...Efil fil salınan,üzüm yığınları yanına, tereyağa bulanmış bulgur pilavı hazır ve nazır bir eda ile lavaşla söyleşmeye başlar apansız...
***
Gece inende dağların ahengi üzerine, bambaşka bir aleme gark olur Anadolunun uzak köylerinde hayatlar. Tepelerin ardından doğan ay, bark bark ederek, sarıp sarmalar yamalı elbiseler içindeki çocuk tebessümlerini...
Çayırlarda geceyi bölen kurbağa seslerine, viraneleri mesken edinen baykuşların ürkütücü sesleri karışıp gider... Gökte sıra sıra dizili yıldızlar, öteye beriye savrulsalar da Süreyye Yıldızlarının etrafında oyuna dururlar sanki...
***
Bir umuttur yaşamak, Anadolunun yalnız köyleri bağrında... Bir yarım türkü, bir yarım şiir, bir yarım hasretlik,bir yarım masumiyet...
Gidipte dönmeme, gelipte kalamama arasında dönüp durur adeta herşey...Anadolunun kaderidir aslında bir türlü kopamama, toprağın kara kavruk suretinden...
Alaca bir düşle irkilme gibidir, siyah beyaz fotograflara gizlenmiş toprak damlı evlerde zamanı yudumlamak. Alaca bir kanaat, alaca bir cömertlik...
Alaca bir sükût. Ayazın yürekleri yakan dinginliğini aza indirmek için, pencerelere çekilen naylonlar ardında yaşanan sukut. Şerha şerha paralanan ellerde, yarınlara umut uzanır mı bilinmez ama, umut işte.
Bozkırın bitmeyen umudu. Bitmeyen yarım bir şarkı gibi. Bitmeyen her şey gibi. Toprak damlı evlerde, gece en sukut yarendir. Anaların yavrucuklarını bağırlarına bastıkları umut. Gecenin en yaralı anında, dudaklardan dökülen ninniler ve zamanı arşınlayan kış huzmesi misali.
Sabahın kör karanlığında, tandırı yakan Anadolu kadınlarının, alınlarında bulgur bulgur süzülen emekle birlike, yüreğin tam orta yerini yangın yerine çeviren evvel zaman düşleri gibi akıp gider her şey!
***
Toprak damlı evlerde, gece en sukut yarendir. Dertli anaların yavrucuklarını bağırlarına bastıkları umut. Gecenin en yaralı anında, dudaklardan dökülen ninniler ve zamanı arşınlayan güz huzmesi. Ayın parlak halinden oyunlar çözen çocukların, anaların merhamet hanelerine kaydettikleri her şey. Kasıma doğru başlayan kış yolculuğunun en ala göstergesi, damların yüzlerinin sıvanmasıdır. Çamurun samanla vuslatı ile başlar dökülmüş dam suretlerinin dikilmesi. Her topaç belli ki bir vefasızlığın da hatırlanmasıdır hani. Elleri böğründe, ev yüzlerini sıvayanların emeklerinin zayi olmasını da dillendirmesi midir acaba.
Kekremsi bir nida. Kekremsi, garip bir nida:
“Vefasız duvara çalma çamuru
Yağmur yağar emeklerin zay olur”
Zayi olan emekler miydi, yada bir yılkının sırtında sırra kadem basan ümitler miydi kimse bilemedi aslında...
***
Yarım bir türkü, sırasını şaşırmayan bir hasrettir her şey Anadolu'da...Biteviye bir duruluk gibi akıp gider öteler ötesine! Bir güz düşü görürcesine, sıralı kalabalık dizilirler, siyah beyaz bir camekan karşısına..
Yarım bir hikaye gibi. Yarım bir şiir, yarım bir masal gibi.
Evvel zaman içinde başlayan nice hayat, kara kavruk bedenlerde sukut bulsa da, geriye kalan geniz yakan fotoğraflara düşer belki de bir kaç cümlelik masumiyet nişaneleri...
OSMAN ÇELİK