Bir eski zaman bilmecesidir toprak damlı evlerde hayatın huzuru. Sonbaharda yağan yağmurlarla birlikte başlayan akşam seyri âlemi, insanı girift bilmecelere götürür adeta. Cama vuran yağmurun iğri iğri şarkısı, bir iç yangınını anlatırcasına mahzundur. Mahzundur boğazda düğümlenen kekremsi hatıralar. Bacada “kesekleri” ezen “loğ”un ağır ağır salınışı, nice bilinmez hasretleri çağrıştırır.
Ağılın önünde meleyen koyunlar, az sonra buluşacakları yavrularını anarlar sanki. Rüzgârın efil efil salınışı, bir geniz yangınlığını dillendirmesi gibi yakar kavurur zamanları. Toprak bir şiir gibi, şerha şerha yüreklerde duraklar, dondurulmuş suretler. Bir toprak huzurudur, yaşanmaya yüz tutan hatıralar. Bir toprak zamanıdır, Sivas’ın uzak bir köyüne kayıt düşülen anlar…
***
Güz inende sarımtırak şiiriyle birlikte, dağları öte bir hüzün kaplar. Öte bir burkuluştur aslında. Öte bir bilmece, öte bir yok oluş, öte bir suskunluktur. Her şey öte bir sukuttur.
Kulmaç’tan inen rüzgârın uğultusunun berhava ettiği bir sukut. Çiğdemin çiçeğin raksıyla şenlenen zamanlar, güz rüzgârının vedasıyla ayılır sanki. Boynunu büken sararmış otlar, âdemoğlunun toprakla vuslatını çağrıştırır adeta.
Tenhalarda, yabana el vermeyen kuşburnular, bir muzip çocuğun çıkınında sükûta erip, ham yanını hiç hissettirmeden, usul usul yola revan olurlar. Zamanadır aslında onun seyri âlemi. Güngörmüş anaların, alınlarından inen bulgur bulgur ter zerresi ile söyleşmeye ne hacet; zaten anbean yüreğin şaha kalkmasıdır her şey.
Tan vakti, serçe ve sığırcıklar şakımaya başlamadan az evvel, yakılan tandırların kızım kızım kızaran yüzlerine yapıştırılıp pişirilen ekmekler gibi leziz bir andır zamana kayıt düşen hatıralar.
Kazanda kaynayan bulgur çorbası hürmetine, lavaşın sukutu da söz müdür? Eski bir zaman bilmecesidir yaşananlar. Eski bir fotoğraf karesinde saklanan anlardır, anlar anı.
***
Toprak bir damda huzuru demleyen nice insan, penceresi göğe bakan küçücük umutları, kekremsi bir sevdaya dönüştürürler. Ama illa da güz olmalı hüzün vakti.
İlla da söyleşmeli turnalar, veda şarkılarıyla. Onların öte göllerde yurt tutmalarına inat, alaca leylekler hemen yanı başta anlatırlar dünyanın hay huyunu. Eylülün ağaçlardan aman dileyip, yaprakları bir bir yere sermesine gönüllenen leylekler, alır ve başlarını giderler dünyanın merkezine. Bir bir dökülen yapraklar mıdır, yoksa umutlar mıdır kimse bir türlü çözemez.
***
Güz sancısı başkadır aslında. Kışın hali hazırda görülen yolculuğu, bacada dolaşan “loğ”un sesiyle bütünleşir. Yağmurun çisil çisil inmesi, pıtır pıtır duyulur içerden.
Saç sobada bekleyen kor, ardı sıra patateslerin kendine doğru geleceğinden haberli bir şekilde anlatır zamanın dirhem suretini. Alaca bir düşle irkilme gibidir, toprak damlı evlerde zamanı yudumlamak.
Alaca bir kanaat, alaca bir cömertlik. Alaca bir sükût. Ayazın yürekleri yakan dinginliğini aza indirmek için, pencerelere çekilen naylonlar ardında yaşanan sukut. Şerha şerha paralanan ellerde, yarınlara umut uzanır mı bilinmez ama, umut işte.
Bozkırın bitmeyen umudu. Bitmeyen yarım bir şarkı gibi. Bitmeyen her şey gibi.
***
Toprak damlı evlerde, gece en sukut yarendir. Dertli anaların yavrucuklarını bağırlarına bastıkları umut. Gecenin en yaralı anında, dudaklardan dökülen ninniler ve zamanı arşınlayan güz huzmesi. Ayın parlak halinden oyunlar çözen çocukların, anaların merhamet hanelerine kaydettikleri her şey. Kasıma doğru başlayan kış yolculuğunun en ala göstergesi, damların yüzlerinin sıvanmasıdır. Çamurun samanla vuslatı ile başlar dökülmüş dam suretlerinin dikilmesi. Her topaç belli ki bir vefasızlığın da hatırlanmasıdır hani. Elleri böğründe, ev yüzlerini sıvayanların emeklerinin zayi olmasını da dillendirmesi midir acaba.
Kekremsi bir nida. Kekremsi, garip bir nida:
“Vefasız duvara çalma çamuru Yağmur yağar emeklerin zay olur”Zayi olan emekler miydi, yada bir yılkının sırtında sırra kadem basan ümitler miydi kimse bilemedi aslında.
***
Ayın en muteber vaktinde, damın üzerine dikilen albayrak, düğün derneğin kuruluşunun da nişanesidir aslında. Uzak yitik yalnız bir köyde, toprak damlı evin böğürcüğünde âlemi selamlayan al bayrak, bir gelinin masumiyet muştusu için hazır ve nazırdır.
Ardı kesilmez güzel dilekler yola revan olsa da, kul kaderini görecek hükmü gereğince de zaman vaktini arar durur.
Davullar vurulur, yemekler caba edilir tandırda bekleyen ahalinin huzuru sadetlerine. “Yağlamalar” yufka ile şenlenerek titretir genzin en ari yanlarını. Derin bir iç huzuru kaplar ahaliyi. Derin bir mutluluk.
Telli duvaklı gelinin gelmesini çağrıştıran anlar, belki fotoğraf karelerine yansımasa da, belleklerde yerini alıverir.
***
Hayattan dondurulmuş iki kare. İki güz bakışın, hayatın alacalı bulacalı seyrine inat, yan yana duruşları.
Bakışlarında ne menem bir hikâye olduğunun sırrını berhava etmeden, yürek dinginliğinde dillendirdikleri tuhaf bir hicran yürüyüşü. Garip bir hüzün eşliğindedir bakışlar.
Fotoğraf makinesi karşısında, sekiz köşeli kasketlerden süzülen zamanın bilinmezleri, vaktini arayan gizler gibi, seyri suluk ederler âlemin kalbine doğru.
Yan yana iki bakışın, elleri belinde duruşuna, elleri yana salınan bir ukde. Yarım bir hikâyenin, yüzünden okunması misali. Yarım bir hikâye. Ömrün yarısı hayatta, yarısı toprakta. Ardında bıraktıklarının ahları dahi karışsa âlemi ervaha, nice bilinmezdir bilinmezler içinde.
***
Çeyiz sandığının en nadide yerine özenle saklanmış sarımtırak bir fotoğraf. İki buğday benizli bakış.
Gecenin en öte vaktinde, gaz lambasının titrek alevleri eşliğinde, işlemeli yemeniden çıkarılıp, gözyaşlarına sürüldükten sonra, bağıra basılan yarım bir ukde. Kekremsi ahlara, âlemi ervahın dahi şahitlik ettiği hüzünbaz bir nida… Tamamına ermemiş yarım, kırık bir hatıra..
Evvel zaman içinde, kekremsi yarım bir hikâye…
(OSMAN ÇELİK)