"her şey o kadar dokunaklı ki
eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen
dağınık, renksiz bir mozaik gibiysem
üstelik yalnızsam bir de -telefonda kuş sesleri-
aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı"
Eylül geldi yine...
Birkaç gündür, Eylülün verdiği tuhaf giz seyrangahı sarıp sarmalıyor içimi. Tuhaf bir ruh kıpırdaması, akşamdan sabaha avare kırlangıçlar gibi dolanıyor içimde.
Ruhumu esir alan bir daralmışlığa, beni duçar eden bilinmezler bilinmezi, nasıl sukun bulur bilmiyorum ama, sere serpe bırakıyorum kendimi hazan mevsiminin müşfik kollarına...
Eylül işte!..
Her şey o kadar dokunaklı, her şey o kadar kırılgan ki!.. İnsanın bu mevsimde öylesine kırılası geliyor.Sevdiklerine kırılası, sevmediklerine kırılası, tanıdıklarına ve tanımadıklarına kırılası gelir insanın…
Yüreğinin en tenha yerine sakladığı, güz güllerini, yeniden ve yine yeniden çıkarıp başıbozuk sulara insanın bırakası geliyor…
Sıra selvilerden azad edilen yaprakların hüzün ormanına insanın dalası geliyor nedense..
Eylül işte hüzün mevsimi! Göçmen kuşların ardı sıra sürülen ağıt korosunu an be an içselleştirerek insanın genizlerini yakası geliyor.
Öte dağların doruklarındaki, serin göllere saatlerce bakıp, uçarı düşlere insanın dalası geliyor yeniden…
Eylül işte!..
Güneşin, yaz sıcağına inat daha soluk bir siluete bürünmesi, habercisi adeta bu hüzün mevsiminin. Eğik ışık huzmeleriyle birlikte, yüreğin tam orta yerine nüfuz eden, kekremsi keşkelerin yeniden dirilmesi, bu hüzün mevsiminde…
Ilgıt ılgıt esen sabah rüzgârının, ıtır kokan dağlarla söyleşircesine, yavaşça hazan şarkılarını söylemeye başlaması.
Eylül işte, hayatın alacalı bulacalı düşlerinin, hiç dokunmadan kırılma zamanları. Yüreğe dönüşün, ılık silueti..
Sormadan, danışmadan, konuşmadan yine geldi ansızın. Dağ dağ, ova ova, libasını salıverdi etrafa. Yeniden, güz rüzgârının tenhalığını taşıdı; çentikleşmiş yüreğin en nazeninine.
Eylül işte...
Ansızın yine gelip oturdu adam yüreğine… Sarımtırak divaneliklerle, iğri iğri indi yine gönüllere. Ağır aksak hayallerin, umarsız bildirisi gibi, naif bir suretle, yarım hikâyelerin habercisi gibi geldi nedensiz.
Dağ dağ, türkü türkü, kırılgan umutlarla geldi. Ebruli bir yağmur ile, kırlangıçların kanat şakımalarını şerbetleye şerbetleye geliverdi...
**
Eylül işte...
Güneşin, insan içine salıverdiği tuhaf mutluluk. İçe doğru dönüşün, hüzün manifestosu…
Yüreğe ve şiire dönüşün tılsımlı başlangıcı.
Göçmen kuşların kanatlarına emanet edilen asude düşler, öte diyarların özlemine doğru sökün ediyorlar usul usul. Öte dağların koyuklarında, kekik kokularını içselleştiren turnaların, göç göç olup göğe dizilme sesleri yine karışıyor âlemden âleme.
Kül rengi kara bulutlar, bağırlarında taşıdıkları damlaların o enfes raksını, eylülün hatrına, toprakla söyleşmeye hazırlıyorlar yeniden…
Eylül... Çisil çisil inen şiirin, yürek çığlığı. Deli ırmakların, yatağına kıvrılması... Kirli düşlerin, kaldırımlarda parçalanması... Bembeyaz hayallerin, usul usul gönüllere otağ kurması...
Eylül işte...
Usulcana düşen yapraklarla birlikte, hasret nidalarını dillendirmesi.. Güz yağmurlarının, iğri iğri sere serpe dağılması yeniden…
Yağmurların bitip tükenmez türküsü...
Eylül işte!…