GARAGURU!

GARAGURU!

Yakup KIVRAK Yazdı...

Biraz gülümseyelim.

(Bu yaşanmış hikâyemdeki tüm mekânlar, tüm kişiler, tüm anlattıklarım tekmili birden gerçektir.)

GARAGURU (Bir Korku Hikâyesi)

(Su Yangını, On Altıncı Hikâye)

***

Sivas / Ulaş, Karacalar Köyü, Aralık 1977

Bazı akşamlar muhtar Ahmet’in (Ahmet Kanmış), Seferaa’nın (Sefer Ayten), Garpız Memed’in (Mehmet Yıldız) veya köyden herhangi birinin odasında toplanılıyor, onlara katılıyorum. Geç saatlere kadar sohbet ediyorlar, şakalaşıyorlar, çeşitli oyunlar oynuyorlar. Sohbetlerde en iyi anlatanlar Seferaa ile Garpız Memed idi.

Bir akşam, bir kış akşamı, ortalık karlı buzlu ve çok karanlık. Köyde elektrik yok, dolayısıyla yegâne aydınlanma aracımız gaz lâmbası ve varsa pilli el feneri...

Muhtar odasında köy ahâlisinin erkekleri ve tıfıl öğretmen bendeniz toplanmışız.

Demli çay, sarma cıgara, ayran; yine demli çay, yine sarma tütün, yine ayran…

Gaz lâmbası ışığında, güldür güldür tezek sobası ortada, yine yanakları kızıl kızıl kızarmış, ortamı ısıtıyor. Geç saat olmuş, uyku gözümden akıyor.

Sürekli demli demli çaylar geliyor, ben Muhtar Ahmet ile Pörtlek İmam Bahattin’in arasında, yâni başköşede bağdaş kurup oturmuş tıfıl öğretmen. Seferaa tam karşımda hin hin gözüme bakıp gülümsüyor. Ne çok sevdim onu…

Nedense bana çoğunlukla böyle bakar, mutlaka bir şaka, bir espri gelecektir böyle baktığında.

Saatler geçiyor kimsenin kalktığı yok. Birisi kalksa peşine takılıp kalkacağım ve lojmanıma gidip yatacağım. Sabah sekizde okul açılacak, öğrencilerim karşılanacak.

“Komşular ben artık kalksam, uykum geldi, yarın mesâi var. Geç oldu zâten.”

“Otur la birez daha. Bah bi şey ağnadayım sonra barabar galkarık. La Ismayıl, çay go ortmenine,” diyor Seferaa ve tüm diğerleri kasketli kafalarını aşağı yukarı sallayarak onu ve söylediklerini onaylıyorlar. Ismayıl, muhtarın oğlu, beşinci sınıfta talebem.

Gırk Kilo Ömer, (Ömer Ünal): “Otur la hoca birez daha.”

Saadettinaa, Cingöz Saadettin, (Saadettin Egepehlivan): “Otur la, hep barabar galkarık.”

Adıgözelaa, (Adıgüzel Özbek): “La lojmanda bekleyen garın mı var, bekâr adamsın. Otur hele.”

Bakkal Kör Fazlı: “Hoca teze yımırta var zabah gel al.”

Mecburen oturuyorum “birez daha”.

Çünkü o karanlıkta, karda buzda yağmurda tek başıma yüz metre; hem de mezarlık kıyısından yürümeyi gözüm kesmiyor, tırsıyorum. Dışarısı kış kıyâmet zâten...

Seferaa, demli çayını höpürdeterek, muzip gözünü gözüme dikerek bir şeyler anlatmaya başlıyor.

“Garaguru”lar varmış bilmem kimin tarlasında görmüş. Bu garagurular, cinlerle ecinnilerin bir çeşidiymiş ve hem cinlerden hem ecinnilerden çok daha tehlikeliymiş. Küçücük boyları,

portakal büyüklüğünde kafaları, kocaman gözleri, kocaman kulakları, korkunç suratları varmış garaguruların.

Onlarla karşılaşanlar, onları görenler iflah olmuyormuş. Seferaa’ya bir şey olmamış, çünkü görür görmez hemen Yâsin okumaya başlayınca ortadan kaybolmuşlar. Ama Pörtlek İmam Bahattin, bir gece yarısı onlarla mezarlık kıyısında karşılaşınca korkudan âyet okumayı unutmuş, sağ gözü pörtlemiş ve öyle kalmış.

Allah rahmet eylesin sevgili dostum Bahattin İmam da orada, bu kısma gelince pörtlek olan sağ gözünü pörtletip pörtletip bana bakıyor, gayet ciddî. Hepsi birden ciddî ciddî bana, gözüme bakıyorlar. Gülen veya gülümseyen hiç kimse yok.

Sanırsın bir korku filmi yaşıyorum. Muhtemelen ben odadan ayrıldığımda kahkahadan yarılmışlardır.

Seferaa öyle bir inandırıcı anlatıyor ki, diğerleri de iştahla ona katılıyor.

Her biri ayrı bir garaguru hikâyesi anlatıyor. Kimisi bizzat görmüş, bazıları ise gören birinin anlattığını aktarıyor. Sonradan öğrendim ki meğer hedef benmişim, öykü o anda doğaçlama gelişmiş. Saf saf inanıyorum, her anlatılanı içim ürpere ürpere dinliyorum. Bir saat daha geçiyor.

Muhtar’ın evi benim lojmana biraz mesâfeli, arada köyün ortasındaki mezarlık var. Çok geç saat oldu, kimsenin kalktığı yok, içim ürpererek kalkıyorum. Muhtar Ahmet çok ciddî suratıyla,

“Nöörüyon hoca, nahas galkıyon?”

“Yatacaam artık, uykum geldi. Sabah erken okul var.”

“Eyi, galk. Allah ıraatlık versin.”

“Size de.”

“La Ismayıl, ortmenine lamba dut düşmesin garanlıkda. Eyi geceler hoca.”

“İyi geceler muhtar, iyi geceler komşular.”

“Mezerlikte garaguru görürsen derhal Yâsin okumaya başla, gurtulursun, bişey olmaz hocam,” diyen Hacıyakup Tecer iyice korkumu artırıyor.

Korkumu çaktırmamaya çalışıyorum.

“Tamam tamam, hadi hepinize iyi geceler”.

Seferaa benimle birlikte kalksa sorun yok, evi benim lojmanın yanında olduğundan birlikte gideceğiz. “Kalk berâber gidelim,” desem korktuğum anlaşılacak, o da hinliğine oturuyor.

Muhtar’ın, sınıfta benden geniş ensesine her gün en az üç beş şamar yiyen yaramaz oğlu İsmâil gaz lâmbasını tutup beni üç basamaklı tahta merdivenden uğurluyor. Zifirî karanlıkta, gaz lâmbasının kör ışığında talebem İsmâil’in o sevimli yüzü bile ürkünç görünüyor. Üç basamağı inip dışarı çıkıyorum.

“Allah ıraatlık versin örtmenim.”

“Sana da İsmâil. Dersini yapmadan yatma. Anana söyle yarın yoğurt yollasın biraz. Erken gel, sınıfın sobasını sen yak.”

“Peki örtmenim.”

İsmâil elindeki gaz lâmbası ile içeri giriyor. Ay ışığı yok, zifir karanlık, yerler buzlu, gök gürlüyor, ne ararsan var yâni.

Buzda kayıp düşmemek için mezarlığın duvarına tutuna tutuna gidiyorum. Kafayı iyice sola çevirmişim, çünkü mezarlık sağımda. Bir taraftan da sesli sesli söyleniyorum.

“Ulan eşşoğlueşşek, hâlâ bir el feneri alamadın kendine, salak!”

Yüz metre kadar sonra lojmanıma ulaşacağım ama çok karanlık, zifirî karanlık ve sağımda mezarlık. Ara sıra şimşek çakıyor, saniyelik şimşek ışığında mezar taşları bir görünüp bir kayboluyor ve ben çok küçüğüm daha, on dokuzumdayım, Ankara’nın ışıklı caddelerinden gelmişim buraya.

Benzinli çakmağımı pantolon cebimden çıkarıp titreyen parmaklarımla çakıyorum, sadece kendini aydınlatabiliyor ve rüzgârdan dolayı hemen sönüyor, geri cebime koyuyorum. Gök gürlüyor, yağmur başladı başlayacak.

Cinsiz, ecinnisiz, garagurusuz, kazâsız belâsız, yüreğim korkudan güpür güpür atarak lojmanıma ulaşıyorum. İyi ki kapıyı kilitlemeden çıkmışım o gün, bir de bu karanlıkta anahtar deliği bulmakla uğraşılacak.

Ödüm atarak, benzinli muhtar çakmağımı çakarak gaz lâmbamı yakıyorum. Oh, az da olsa ışık.

Ne kötü bir gece, şakır şakır yağmur da başladı dışarıda. Lojmanımın içi buz gibi.

Tezek sobası kolay yanar. Alta bir parça kâğıt koyarsın, üstüne çabuk tutuşan inek tezeğinden üç beş parça, yanmaya başlayınca artık sobaya üstten sert koyun tezekleri atılabilir. Koyun tezeğinin adı “kerme”.

Kermeleri attığında sobanın yanakları kızarır, kor gibi olur, yanmakta olan tezeğin, kermenin dumanı, nefis kokusu ve sıcağı odayı kaplar.

Kermeleri attım, benim sobanın yanakları da kızardı, kor gibi oldu. Bundan sonra sobaya inek tezeği atmak hiçbir işe yaramaz, ha kâğıt atmışsııın, ha inek boku. İlle de koyun kermesi olacak ki sobanın yanakları kızaracak, kor gibi olacak.

Yağmur iyice şiddetlendi sanırım, dam bir kenarından tıp tıp akmaya başladı.

İçinde donumu, gömleğimi yıkadığım mâvi plastik leğenimi damlayan yere koyuyorum.

Şıp şıp şıp, leğen dolmaya başlıyor, gök gürleyip şimşek çakıyor, benim yürek korkudan güp güp güp atıyor.

Tam bulduk bu gece, korku filmi gibi.

Geçen sene Ankara’da arkadaşlarla Arı Sinemasında izlediğimiz korku filmi “Suspiria” nın ürkünç sahneleri geliyor gözümün önüne. Orada o çok ürkünç korku filminin ardından ışıklı Ankara caddelerine çıkmıştık hiç değilse. Burası zifir, az ötede karanlığın içinde mezarlık, yaş on dokuz ve tek başına, gel de korkma.

Şimşek çakınca bir iki saniye ortalık ışıl ışıl. Az ötemdeki mezar taşlarını da bir iki saniye aydınlatıyor ve tekrar karanlık. En iyisi pencereye hiç bakmamak.

“Ulan doğru olabilir mi bu garaguru hikâyesi?”

“Saçmalama oğlum, hani sen böyle şeylere inanmazdın? En iyisi biraz gitar çalışayım.”

Islık çalarak duvarda asılı gitarımı alıyorum.

“Çok memnunum bu gitardan, yav iyi ki almışım seni.”

Sesli sesli söylüyorum, ıslık falan çalıyorum ki korkum geçsin.

Klasik gitarda tremelo tekniğimi geliştirmeye çalışıyorum o sıralar. Francisco Tarrega’nın “Recuerdos de la Alhambra” adlı eseri, baştan sona tremelo, çok güzel bir eser. Majör bölümüne kadar geldim. Nota sehpam yok, somyaya oturup notaları sandalyeye koyup çalışırım hep.

Lâmbayı sandalyenin oturağına koyduğumda notalar apaydınlık olur. Gaz lâmbalarımdan birini notaya iyice yanaştırıp, öbürünü duvara asıp çalışmaya başlıyorum. Bu majör bölüm de ne zormuş. Bu eseri hakkıyla çalmak her babayiğidin harcı değil, asıl derdim tremelo tekniğimi geliştirmek.

Dışarıda durum aynı; yağmur, gök gürültüsü, rüzgâr uğultusu, en kötüsü zifir karanlık. Bir saat falan çalıştım herhalde, saat bir olmuş, uykum geldi yatayım artık. Sabah erken kalkılacak, kucaklarında birer tezek ile gelen talebeler karşılanacak, sınıfın sobasının yakılmasına refâkat edilecek.

Lojmanımın küçücük penceresi perdesiz. O pencereden baktığında karanlığın içinde köy mezarlığı manzarası var.

Tarrega’nın eseri ile uğraşırken, o perdesiz, köy mezarlığı manzaralı küçük penceremden pat pat pat bir ses geliyor. Dehşetle irkiliyor ve pencereye bakıyorum, buz kesiyorum o an.

Dışarıda, pencerenin önünde bir çift kırmızı göz içeri bakıyor. Zifirî karanlıkta portakal büyüklüğünde bir kafa, küçük küçük kor gibi kıpkırmızı gözler, doğrudan gözümün içine bakıyor, elini pat pat pat cama vuruyor. Arkada mezarlık manzarası…

Offf, işte Garaguru.

Külodumun içinde ılık ılık hafif bir ıslaklık, korkudan elbette. Güpür güpür yürek çarpıntısı eşliğinde o ılık ıslaklık.

Çocukluğumda Kur’an kursuna gitmişliğim, dua okumuşluğum, Kurân’ı Kerîm’i hatim etmişliğim falan var ya, canhıraş bir şekilde başlıyorum.

“Bismillâhirrahmânirrahim, lâ ilâhe illallah, kulhü vallâhü ahad allâhussamed lemyelid velemyûled velemyekûnlehukufuven ahad, sübhâneke Allâhüssamed... Allaahü ekber, allaahü ekber, ettehüyyaatü…”

Yaaa, işte böyle imana gelirsin. Yarın cumâya git, pörtlek imam Bahattin’in ardında saf tut.

Geldiğimden beri, bir senedir söylenip duruyorlar zâten, “La hoca, eyi, hoş adamsın da, namaz gılmıyon, oruç dutmuyon, cumâlara gel bari. Emme ebdes almadan gelme.”

İyi tamam, yarından itibaren cumâlara da geliriz, ebdestte alırız, beş vakit de kılarız, oruç da tutarız, şu lânet geceyi bir atlatalım da…

Kor gibi gözlerin sahibi olan portakal büyüklüğündeki kafa silueti karanlığın içinden pat pat cama vurup kor gözleriyle gözüme bakıyor hâlâ.

Ensemden soğuk soğuk terler akıyor. Gitarımı somyanın üstüne fırlatıyor ve ne yaptığımı bilmeden notamın önündeki gaz lâmbasını kaptığım gibi pencereye koşuyor, lâmbayı bilinçsizce cama fırlatıyorum. Cam kırılıyor, içeriye soğuk, karlı buzlu, yağmurlu, şimşekli, gök gürültülü kış havası doluyor. Fırlattığım lâmba kırılan pencerenin, lojmanın önünde, düştüğü karların üstünde sönüyor. Neyse ki tezek sobam gürül gürül yanıyor, alevleri hafiften ortamı aydınlatıyor, öbür lâmbam da cılız bir ışık yayıyor.

O anda bir şimşek çakıyor ve şimşeğin geçici ışığında, kuyruğunu sallaya sallaya giden Gotügırmızıların aptal gri kedisini görüyorum.

Evet, pencereme pat pat eden Gotügırmızıların aptal, salak kedisi Apti imiş.

Apti, iri bir kediydi. Karnı acıkınca gelir, bütün gününü benimle geçirir, verdiğim lavaş süt ile karnını doyurur ve defolur giderdi. İyi bir dostumdu.

“Defol git ve bir daha gözüme görünme Apti! Hadi sen de yat uyu artık. Rüyanda garaguru görürsün inşallah, geri zekâlı salak korkak! Bu kırılan cam nasıl tamir olacak?”

Yalanım varsa Allah beni garaguru yapsın. Büyük gitarist/besteci Francisco Tarrega ile Gotügırmızıların iri gri kedisi Apti tanığımdır, aynen böyle oldu.

O geceden sonra “Recuerdos de la Alhambra”yı çalışmayı bıraktığım için tremelo tekniğim gelişemedi, çok zayıf kaldı.

Allah sizleri inandırsın, aradan bunca yıl, yarım asır geçti, hâlen ve zaman zaman Karacalar Köyünün garaguruları rüyalarıma girer ve uyanınca gülümserim.



Anahtar Kelimeler: GARAGURU!