HANGİ BATI?

HANGİ BATI?

Olcayto ŞAHİN Yazdı...

Hangi Batı?!!! Bilim ve İlerleme mi ? Cinnet ve Sapıtma mı ?

Günümüzde “Batı Uygarlığı” diye adlandırdığımız yapı, temel olarak Anglo Sakson (Kuzey Amerika-Britanya) ve Avrupa’dan oluşmaktadır. Batı Uygarlığı, temel olarak  “Antik Yunan-Roma” kültürel birikimi üzerinde yükselmiştir. Batı dünyasının bilimsel birikimi ise, IX. yüzyılın başlarından itibaren büyük tercüme faaliyetleri sonucunda İslam dünyasında toplanan bilimsel bilginin, Haçlı seferleri ile başlayan süreçle Avrupa’ya transferiyle ortaya çıkmıştır. 

İslam dünyasından Avrupa’ya aktarılan insanlığın o zamana kadar biriktirdiği tüm felsefik ve pozitif bilimler alanındaki bilgi, Avrupa’da “Rönesans (Yeniden Doğuş)” sürecini ortaya çıkarmıştır. Bu süreç sonrasında, Avrupa (Batı) Doğu Dünyası karşısında büyük bir atağa kalkmıştır.

O halde, günümüzdeki Batı dünyasının kültürel temellerini oluşturan “Eski Yunan ve Roma dünyasının” temel kültürel kodları nasıl oluşmuştu?  Demokrasi ilk olarak eski Yunanistan'da, şehir-devletlerinde uygulandı. Doğrudan demokrasiye çok yakın olan bu sistem, Atina demokrasisi olarak da anılır. Teoride bütün yurttaşlar mecliste oy verme ve fikrini söyleme hakkına sahipti. Fakat, o günün koşullarına göre kadınlar, köleler ve o şehir-devletinde doğmamış olanlar (metikler, yerleşik yabancılar) bu haklara sahip değillerdi. Bu sistemin en güçlü uygulayıcısı olarak Atina'yı ele alırsak: M.Ö. 4. yüzyılda burada nüfusun 250.000-300.000 arasında olduğu, bu nüfusun 100.000'nin  Atina vatandaşı olduğu ve Atina vatandaşları arasında da sadece 30.000 kişinin oy verme hakkına sahip yetişkin erkek olduğu tahmin edilir.(www.wikipedia.org, “Demokrasi” maddesi) 

Bu sistemin en büyük çelişkilerinden birisi, demokratik anlayışa taban tabana zıt bir şekilde uygulanan “kölelik” sistemiydi. Böylelikle oy verme hakkına sahip Atina doğumlu yirmi yaş üstü tüm erkekler, günlük hayattaki sorumluluklarının çok büyük bir kısmını kölelerin sırtına yüklemişlerdir. Bunun dışında Atina demokrasisinde kadınların, metiklerin (şehirli olmayanlar) ve kölelerin oy kullanma hakları yoktu. 

Atina şehir demokrasisinde “soylular” her türlü hakka sahipken, “kölelerin” oy kullanma dahil hiçbir hakları yoktu. Bugün de öyle değil midir? Bir fokun ölmesi üzerine gayet doğru bir şekilde dünyayı ayağa kaldıran Batılıların çoğu, belki de İsrail’in Gazze  işgali sonrasında ölen binlerce kadın ve çocuktan  haberdar bile değillerdir. Batılılar, yüzyıllar boyunca kendilerinin dışında kalan dünyanın diğer kısımlarını acımasızca sömürmüşler, bugünkü uygarlıklarını!!! ve refahlarını kendi dışlarında kalan insanların “gözyaşları, kanları ve cesetleri” üzerine kurmuşlardır. 

Batı dünyasının “büyük kaşif” diyerek adından övgü ile bahsettiği Kristof Kolomb, Amerika kıtasını keşfetme macerasında karşılaştığı yerlilerden günlüğünde şöyle bahsediyordu:

“-Son derece sade, dürüst ve aşırı düzeyde eli açık insanlar. Herhangi birinden, sahip olduğu herhangi bir şey istenince, hemen veriyorlar. Başkalarına olan sevgileri, kendi özlerine olandan çok daha fazla.”

Yerliler hakkında bu övgüleri sıralayan Kolomb, günlüğün bir yerinde ise Batılı insanın “bilinçaltını” çok güzel bir şekilde gösteren düşüncesini ortaya koyuyordu!!! :

“- Bunlardan çok iyi hizmetkâr olur. Sadece elli adamla bütün bu yerlilerin hepsine kolayca boyun eğdirebiliriz ve her istediğimizi yaptırabiliriz.”

Kristof Kolomb'un yakın arkadaşlarından birinin oğlu olan Domiken tarikatı papazlarından Bartolome de Las Casas, orijinal adı "Brevisima historia de la destruccion de las Indias (Yerlilerin imhasının çok kısa Tarihi)" olan eserinde Amerika kıtasındaki “vahşilerin”!!! Batı uygarlığı!!!! ile tanışmalarını!!!! şöyle anlatmaktadır:

“Katliam ve kan dökme! Köylere giriyor, çoluk çocuk, yaşlı, hamile veya loğusa (kadın) demeden, ağıllarına sığınmış kuzulara saldırır gibi, karınlarını deşiyor, parçalara ayırıyorlardı. Kimin tek bıçak darbesiyle bir insanı ortadan ayıracağı veya tek mızrak atışıyla başını keseceği, ya da bağırsaklarını ortaya dökeceği üzerine bahse giriyorlardı. Anne sütü emen bebekleri zorla alıyor, ayaklarından tutup başlarını kayalara çarpıyorlardı. Bazıları ise onları yüksekten ırmaklara atıyor, bir yandan da gülerek şakalaşıyorlardı.’’

“Çocuklarla annelerini ve önlerine çıkan herkesi kılıçtan geçiriyorlardı. İsa peygamberimizi ve 12 havariyi kutsamak ve saygılarını iletmek için uzun darağaçları kuruyorlardı. Ayakları yere neredeyse değecek şekilde, 13 kişilik gruplar halinde onları bağlıyor, ateşe veriyor ve diri diri yakıyorlardı. Bazıları ise, bütün vücutlarına kuru saman yapıştırıyor ve bu şekilde ateşe veriyorlardı. 

Diğerlerinin ve hayatta bırakmak istedikleri herkesin ellerini kesiyorlardı. Elleri sarkar durumda, onlara: "Gidin, mektupları götürün" diyorlardı. Bu, ormana kaçanlara haber götürmek demekti. Beyleri ve soyluları öldürme şekilleri de aynıydı. Önce direkler üzerine tahta çubuklardan bir ızgara yapıyorlardı. Sonra, onları ızgaraya bağlıyor, altlarına da hafif bir ateş yakıyorlardı. Yerliler bu korkunç işkenceler altında, çığlıklar atarak can veriyorlardı. Bir keresinde dört veya beş önemli bey’in ızgaralar üstünde yandığını gördüm (sanırım başkalarının da yandığı iki üç çift ızgara daha vardı). Yüksek çığlıklar attıkları için, subayın içi sızlamış veya uykusu bölünmüş olmalı ki boğulmalarını emretti. Onları yakan cellattan da kötü polis memuru (ismini biliyorum, hatta Sevilla'da ailesiyle tanışmıştım), boğmak istemedi. Önce, gürültü yapmasınlar diye kendi elleriyle ağızlarına odun parçacıkları tıktı. Daha sonra istediği gibi yavaş yavaş kızarsınlar diye ateşi körükledi.’’

“- Yukarıda anlattığım her şeyi ve sayısız daha bir çok olayı gözlerimle gördüm. Kaçabilenlerin hepsi ya ormanlara sığınıyor ya da dağlara tırmanıyorlardı. Amaçları böyle insanlıktan uzak kişilerden, bu kadar merhametsiz ve yırtıcı hayvanlardan, insan soyunun en büyük düşmanları ve yıkıcılarından kaçabilmekti.

Bunun üzerine Hıristiyanlar, özellikle kötü tazı ve köpekler yetiştirdiler. Bu hayvanlar bir yerliyi görür görmez, kaşla göz arasında paramparça ediyorlardı. Saldırarak, bir domuzdan daha çabuk yiyorlardı. Bu köpekler büyük zararlar verdiler, korkunç kasaplıklar yaptılar. Çok ender olarak, yerliler birkaç Hıristiyan öldürdüğü için, Hıristiyanlar kendi aralarında bir karar aldılar. Öldürülen her bir Hristiyan için yüz yerli öldürmeye karar verdiler’’(www.anadoluplatformu.org“Bir Hrıstiyan’a Karşılık 100 Yerli”).

Batı uygarlığının üzerinde yükseldiği “Eski Yunan ve Roma” uygarlıklarının yaşam felsefesi tamamen “Hedonizm (Hazcılık)” esasına dayanıyordu. “Hedonizm (Hazcılık)” ; Hazzın mutlak anlamda iyi olduğunu, insanın tüm eylemlerinin nihai anlamda haz sağlayacak bir biçimde planlanması gerektiğini, sürekli haz verene yönelmenin en uygun davranış biçimi olduğunu savunan felsefi görüştü. Şimdi vereceğimiz örnek, Eski Yunan ve Roma’da insanların yaşamlarını nasıl “Hedonizm (Hazcılık)” görüşüne göre oluşturduğuna iyi bir örnek teşkil etmektedir: Romalı soylular, kendi aralarında sık sık toplantılar düzenlerler, saatlerce yan yatmış bir şekilde yer içerlerdi. İnsanın hayatını idame ettirmesi için gerekli olan “yeme içme” eylemini bile bir “haz alma” şölenine dönüştürürlerdi. “Tıka basa” yedikten sonra, boğazlarına bir tavuk teleği (belki bilemeyecek olan gençler için “telek”: Kuşların gövde, kanat ve kuyruğunda bulunan, uçma, örtü ve kuyruk telekleri olarak üçe ayrılan, çeşitli renklerde kalın eksenli tüy) sokarak kusarlar ve yeniden yeme içmeye çılgınca devam ederlerdi. Bizim peygamberimiz ise, Müslümanlara sofradan “tamamen doymadan” kalkmayı önermekteydi. İşte iki dünya arasındaki fark!!!!

Bu anlattığımız olayın günümüze yansımaları, çok açık bir şekilde reklam filmlerinde ortaya çıkmaktadır: Reklam filmlerini izlediğimizde,  masum ve sıradan bir “yeme içme” eyleminin nasıl  “cinsel haz” eylemine dönüştürüldüğünü rahatlıkla gözlemleyebiliriz!!!!! 

XVIII. başlarından itibaren iyiden iyiye hızlanan “Aydınlanma Çağı” süreci sonrasında,  pozitif bilimler bir seküler “din”, insan ise “dünyanın ilahı” haline getirilmiş ve insanları Pozitif bilim vasıtasıyla evrendeki tüm gerçekleri bulabileceğini iddia etmekteydiler:

“Marlowe’un Faust’u daha Rönesans’ın şafağında şunları telkin ediyordu: “Ey insanoğlu. O güçlü beyninle bir Tanrı, tüm unsurların maliki ve Rabbi ol!” Descartes da bize “bizi tabiatın efendileri ve sahipleri kılacak bir bilimin “müjdesini veriyordu.” (Roger Garaudy, Yaşayanlara Çağrı, İstanbul, Pınar Yayınları, 2000, s. 48) 

Şimdi de kısaca Batı toplumsal yaşamına ilişkin çeşitli alanlardaki günümüz istatistiki verilerine hızlıca bir göz atalım: 

(NSDUH, 2009) Anket verilerine göre, ABD’de uyuşturucu kullanımı son yıllarda hızla artmaktadır. Anket sonuçları, 12 yaş ve üzerinde yaklaşık 21,8 milyon kişinin uyuşturucu kullandığını göstermiştir. Çalışmanın sonuçlarına göre ABD’de esrar (marihuana), 12-17 ve 18-25 arası gençler arasında en yaygın kullanılan uyuşturucu olarak kaydedilmiştir. Çalışma, son bir ay içinde uyuşturucu kullandığını söyleyen 12 yaş üzeri kişilerin, 16.7 milyonunun esrar, 7 milyonunun psikoterapik maddeler, 1.6 milyonunun kokain, 1,3 milyonunun hallusinojenler, 0.6 milyonunun inhalantlar, 0.2 milyonunun eroin kullandığını göstermiştir. Ankete göre, 12 yaş üzeri Amerikalıların; % 52’si alkol kullanıcısı, %24’ü aşırı alkol kullanıcısı, % 7’si çok aşırı alkol kullanıcısı olarak kategorize edilmiştir.

Dünya ölçeğinde yıllık cirolar baz alındığında dünya devi diye tabir edilen Microsoft  ve Intel‘in bilişim piyasalarına sundukları mal ve hizmet hasılatlarını geride bırakabilen tek sektör Porno sektörüdür.!!!!! (Makalemizde, bilimsel gerçeklik anlamında realiteyi daha çarpıcı bir şekilde ifade edebilmek için makalemizde bu tür sözcükleri kullanacağımızdan dolayı okuyucularımızın affına sığınıyoruz!!!!) 

            ABD'de ortalıkta dolaşan silah sayısı 235 milyondur. Her evin kapısında üst üste bir kaç kilit vardır...

ABD ulusal araştırma enstitüsü: Her üç eşten biri boşanma davası açıyor!

ABD ve Avrupa'da özgürlükten yana olan evli çiftler!!! , tatillerini tek başlarına geçirmeyi tercih ediyorlar!..!

ABD'de   her  35  dakikada  bir intihar, 120 saniyede bir delirme olayı oluyor. Her  23  dakikada bir kişi öldürülüyor, 6 dakikada bir bir kadının ırzına geçiliyor, 49 saniyede bir kişi  saldırıya  uğruyor. ABD'de  polis dışında  gönüllü  koruyucu birlikler  kuruluyor.

Ünlü ET filminin çocuk oyuncusu D. Barry More 11 yaşında alkolik olur, 13'ünde uyuşturucuya başlar, 20'sinde kliniğe yatar.

Aktör Marlon Brando'nun oğlu cinayetten hapse atılır, kızı ise intihar eder . Brando'nun  özel bir adası bile vardı ...Ama iç alem ,huzur eksikti...

Avrupa’da evlilik dışı çocuk sahibi olma oranları: Danimarka’da % 48, İngiltere’de % 30, Almanya’da % 18, Fransa’da % 14’tür…

           Boşanma oranları Rusya’da  % 33, İngiltere’de % 32, Fransa’da % 19’dur.

         Anne babası ile beraber yaşayan aile sayısı, devletin sağladığı ekonomik teşviklere, verdiği  özel izinlere rağmen Avrupa’da  % 8 ‘dir.

         ABD’de 20 milyon eşcinsel vardır. Bu da nüfusun  %   10’udur.Bu oran, Yunanistan’da % 17 ‘dir. Yani nüfusa göre altıda bir oranındadır.

                Emperyalist ve sömürgeci Batı Uygarlığı’nın ortaya çıkardığı devletler arasında ortaya çıkan ve tüm dünyadaki enerji kaynaklarına el koyma mücadelesi sonucunda I. ve II. Dünya Savaşları ortaya çıkmıştır. Tüm ülkelerden 65.038.810 askerin katıldığı I. Dünya Savaşında,  resmi rakamlara göre toplam 8.556.315 ölü, 21.219.452 yaralı ve 7.750.945 kayıp veya esir bırakmıştır. II. Dünya Savaşında ise toplam kayıp (sivil+asker), yaklaşık 73 milyondur.

            Batının XX. yüzyılda yetiştirdiği en büyük düşünürlerden birisi olan ve 2012 tarihinde vefat eden eski Marksist-Müslüman düşünürü Roger Garaudy, aynı zamanda “Batı” kültürü ve uygarlığına en isabetli eleştirileri yöneltmiş teorisyendir aynı zamanda. Aşağıda Garaudy’nin değişik eserlerinden alıntıladığımız “Batı Uygarlığı” eleştirilerine kısaca bir göz atalım:

“Görünmez el", Adam Smith'in kendi iktisat teorisini parlak bir şekilde tamamlamak için bulduğu bir tabirdir. Buna göre, eğer her fert kendi şahsî menfaati peşinde koşarsa, genel menfaat gerçekleşmiş olur. Bir "görünmez el" bu ahengi gerçekleştirir.

Washington, bu "görünmez el"de ferdî menfaatler ile genel menfaat arasındaki ahengin temel kanunuyla beraber Allah'ın lütufkâr bir müdahalesini de görmektedir.

Günümüze kadar bu iman esası ile o imanı temellendirenin yâd edile gelmesi manidardır: Her doların üzerinde Washington'un resmi ile şu şaşırtıcı slogan yan yana basılmaktadır: "IN GOD WE TRUST" (Biz Allah'a güveniriz).

Bu durum artık "seçilmiş halk"ın yeni siyasetinin değişmez genel eğilimi olacaktır: Tanrı ve dolar iktidarın iki memesidir.

Gerçekte Adam Smith'in bir müridi olan Hamilton, mülkiyetin insanın "kutsal" bir hakkı olduğunu ve "görünmez bir el" tarafından haberleri olmaksızın yönlendirilen kişisel menfaatlerin birbiriyle karşı karşıya geldikleri pazarda "genel menfaate dönüştüklerini düşünüyordu. Onun için de pazar, sosyal münasebetlerin tek düzenleyicisi oluyordu.

Güç ve zenginliğin ötesinde asıl o gaye yokluğu, sistemin sadece temel bir özelliği değildir, sistemin varlığını devam ettirebilmesinin de bir şartıdır. Tam anlamıyla insanî veya ilâhî her türlü gayeden yoksunluk, bugün dünyaya egemen olan" Amerikancılık"ın en göze batan niteliğidir: Araçlarla amaçlar birbirine karışmış, "niçin"in yerini "nasıl" almıştır. Bütün gayelerin yerine geçen bir vasıta olarak para, din hâline gelmiştir.

İnsan hakları"ndan kasıt, beyaz adamın haklarıdır ve Amerika Birleşik Devletleri içindeki beyaz adam ise "Wasp"tır (White Anglo - Saxons Protestants/ Beyaz Anglo-Sakson protestanlar).

Amerika'ya göç edenler dalgasıyla birlikte "Batı 'ya hücum", artan bir yoğunluk kazandı. Anavatanlarındaki mahkemelerden kaçan sabıkalılardan tutun da, Avrupa'daki Kutsal İttifak'ın zulmünden veya başka kıtalardaki zorbalıklardan yakasını kurtaran siyasî göçmenlere kadar uzanan karma karışık bir yığındı bu. 

Asıl büyük kitleyi de topraksız ve toprak edinme hırsıyla yanıp tutuşan köylüler, işsiz işçiler, mevkilerini kaybetmiş düşkünler ve umutsuzlar oluşturuyordu. Bir de müflis spekülatörler veya her türlü ipini koparmış firariler...

Herkesin gücüne göre, sayıları az ve pek gülünç bir şekilde silâhlanmış yerli halktan bir parsel koparabildiği devasa genişlikteki bir "Amerikan rüyasıydı" bu. Son katliâmda (1890 Wounded Knee katliâmında) askerî yönden ezilmelerinin ve en insanlık dışı şartlarda toplu tehcirlerinin ardından, 1776'nın 600 bin Kızılderili'sinden 1910 yılında artık sadece 200 bin kişi kalabilmişti.

Kudurgan şiddet, ileride "top yekûn savaş" adı verilecek olan harekâtı onlara karşı uygulayan Amerikalı general Sherman'ın "İyi bir Kızılderili ölmüş bir Kızılderili'dir" diye tarif ettiği yerlilerin katliâmı ile de sınırlı kalmaz.

Kendilerine "tarla açıcılar" adını veren maceracılar aralarında kavga ediyorlar ve ganimeti paylaşmak için fert fert veya rakip çeteler hâlinde çarpışıyorlardı.

Gerçi Marshall Plânı zamanında "yardımlaşma" ve "cömertlik"ten çok bahsedildi. Fakat daha 1948'de, o zamana kadar Millî Güvenlik Konseyi'nin başında bulunmuş olan Georges Kennan açık açık şunları yazıyordu: "Bizler dünya servetinin yaklaşık yüzde 50'sine, fakat nüfusunun yüzde 6,3'üne sahibiz.. Bu durumda kıskançlık ve hınç konusu olmamız kaçınılmazdır. Gelecek dönemde hakiki vazifemiz, millî güvenliğimizi tehlikeye atmadan bu eşitsizlik vaziyetini devam ettirmemize imkân verecek ilişkiler sistemini geliştirmektir. 

Bunu gerçekleştirmek için, her türlü hissî davranıştan kendimizi kurtarmamız ve uyanıkken rüya görmeyi bırakmamız lâzımdır. Dikkatimiz, her yerde doğrudan doğruya millî hedeflerimiz üzerinde toplanmalıdır. Kendi kendimizi aldatmamamız gerekiyor. Başkalarını düşünmek ve dünya çapında hayırsever davranmak lüksünü bugün kendimizden uzak tutmalıyız. 

Bulanık gayelerden ve Uzakdoğu'yla ilgili olarak da insan hakları, hayat seviyesinin yükseltilmesi ve demokratikleşme gibi gerçekleşmeyecek hedeflerden bahsetmeyi bırakmalıyız. Açıktan açığa kuvvet kullanarak harekete geçeceğimiz günler uzakta değildir O zaman idealist sloganlar yüzünden canımız çok sıkılacak, onun için de böylesi daha iyi olacaktır." (Policy Planning Studies, 23 Şubat 1948)

Pazar tektanrıcılığı esasına dayanan sistem, şiddeti ve cinayeti, kaçmayı ve uyuşturucuyu ve (130 desibellik Rocklardan tutun, bir genci her çeşit tenkit zihniyetinden boşaltıp sersemleştirmeye ve hayvanlaştırmaya kadar götüren) bütün beyin yıkama şekillerini doğurmaktadır. Bu sistem, her türlü kültürün yıkıcısı ve yok edicisidir. Biz bu tahlili bütün teferruatıyla ele almayacak, sadece kültür yönünden sömürgeleştirmenin en göze batan ve en yıkıcı yönünü hatırlatmakla yetineceğiz ki bu da sinema ve televizyondur.

Hepsi de ticaret metaı olduğuna göre, kelimenin gerçek anlamıyla hangi yayıncı, hangi müzisyen, hangi ressam, dünya çapında, Coca Cola, Disneyland veya Mac Donald ile rekabet edebilir ki?

            "Her değerin ticarî meta" olduğu bir sistemin neticesi işte budur. Televizyon ile seyircisini, tirajıyla gazete ve reklâmını söylemeye bile hacet yok, film, tablo ve şarkı bu sistemde diğer emtia gibi birer ticaret malı olarak görülür. Üstelik de bunlar, Bourdieu'nün yazdığı gibi, ticarî reklâmlarla ve "para ve medya" destekli güçle yönlendirilmiş ve küreselleşmiş" bir halkı kendilerine cezb edip köklerinden koparabildikleri ölçüde gelir getiricidirler.

             Bu mücerret (zengin ülke / yoksul ülke) adlandırmalarının daha feci bir hakikati maskelediğini de unutmamak lâzım. O hakikat ise şudur: "Zengin " ülkeler içlerinde çok sayıda yoksulu, "yoksul" ülkeler de kendi bünyelerinde mafyacı ve dünya devlerinin işbirlikçisi" bir avuç zengini barındırmaktadır.

            Politikacıların ve medyanın "gelişmenin on yılları" adını verdikleri şey işte budur! Bu düşüş devam etmekte: 1980'de Üçüncü Dünya nüfusunun yüzde 33'ü yetersiz beslenme içindeydi, bu oran 1988'de yüzde 37'ye çıktı (UNICEF: Situation mondiale de 'enfance/Dünyada Çocukların Durumu, 1990).

Sistemin kanunları gereği, "zengin " ülkelerde bile ellerinde bir şeyleri olanlar ile olmayanlar arasındaki mesafe büyümektedir. 1991'de Amerikalıların yüzde 5'i, millî servetin yüzde 90'ına sahipti. Fransa'da, halkın yüzde 6'sı millî servetin yüzde 50'sine, yüzde 94'ü ise geriye kalan diğer 50'ye sahiptir.

En geliştirilmiş şeklindeki kapitalizmden başka bir şey olmayan bu sistemin, yani Amerikancılığın toplam bilançosu: Açlık veya yetersiz beslenmeden ötürü (UNICEF'in verdiği rakama göre) 13.5 milyonu çocuk olmak üzere, her yıl 45 milyon âdemoğlunun öldüğü - öncelikle de Kuzey ile Güney arasında -"kırılmış bir dünya" meydana getirmiş olmasıdır. 

En mükemmel örneğini ABD'nin verdiği, geniş ölçüde taklit edilen veya dünyaya dayatılan büyüme modeli, insanlığa her iki günde bir Hiroşima'ya denk sayıda ölüme mal olmaktadır.

Ama ne var ki, halklarımızın ezici çoğunluğu, gündelik hayatının her yanıyla Amerikancılığın istilâsı altındadır. 

Nitekim kalabalık bir kitle Levi's kotları ve bazı markaların veya hatta bazı Amerikan üniversitelerinin hem ön hem de arkasında reklâmı bulunan tişörtleri giyiyorlar; gençlerimizin büyük bir kısmı Coca Cola'yı bütün diğer meşrubata tercih ediyor ve Marlboro içiyorlar; çocuklar ise Mac Donald'da yemek yemeyi çoğu zaman bir mükâfatlandırma olarak görüyorlar; şiddet ve korku filmleri (ve video kasetler ve bunlardan kopyalanan disketler, CD'ler) pazarın yüzde 80'ini elinde tutuyor; çocuklarımıza dehşet ve terör zevkini aşılayan bilgisayar oyunları, Taî-peh'den Sao-Paulo'ya, Paris'ten Dakar'a kadar her yerde hüküm süren Hollywood yapımıyla evlerimizin içine taşınıyor.

Batı nereye gidiyor? İflâsa. Hem de yakın bir iflâsa. Size tarih veremem, fakat kullandığımız metotlarla, sözüm ona küreselleşme sistemiyle hem tabiatı hem de insanları mahvediyoruz. Bugün şu bilinen bir hakikattir ki tabiî kaynakların yüzde 76'sı Üçüncü Dünya ülkelerinde bulunuyor. Fakat işte bu Üçüncü Dünya ülkelerinde her yıl 30 milyon kişi açlıktan ölüyor. Birleşmiş Milletler'in verdiği rakamdır bu. Bu ölenlerden 15 milyonu çocuktur. Bu da UNICEF'in verdiği rakamdır.

Bunun anlamı şudur: Batı'nın gelişme sistemi, -Batı ile Avrupa, ABD ve nispeten de Japonya'yı kastediyorum- Üçüncü Dünya ülkelerine her iki günde bir Hiroşima'ya mal olmaktadır.

Suç işleme meselesine gelince, polis adedini artırarak meseleyi çözemezsiniz. Aslında suç işleyen gençler, bu dünyada adaletin, kanunun olmadığını görüyorlar. Güçlü olanın kazandığını müşahade ediyorlar. Onun için de onlar şiddete dayalı bu davranışlarıyla dışarıda olan kanunu içlerine almış ve özümsemiş oluyorlar.

Nitekim her yerde her şeye kararı Amerika Birleşik Devletleri veriyor... Gençler bir vitrini kırdıkları, bir arabayı tahrip ettikleri, bir arabayı çaldıkları veya yaktıkları zaman, kafalarından ne geçirdiklerini çok iyi biliyorum ben. Kanunsuz bir dünyada gençlere hiçbir gelecek yoktur. O halde kendini kabul ettirmek için güçlü olduğun intibaını uyandırman gerekiyor.

Hem zaten gençlere sunulan oyunlar da ayni şeyi söylüyor. Yakında çıkacak olan kitabımda Pokemon oyunu üzerinde uzun uzun duruyorum. Aslında bu oyun Amerikan ordusunda ve bahriyesinde keskin nişancılar yetiştirmek gayesiyle geliştirilmişti. Subaylara ve askerlere atış talimleri yaptıran Amerikalı bir albayın raporunu okudum. Kendisi aynı zamanda güvenlik görevlisi. 

İmdi, 9 yaşında Carmil adlı bir çocuk içinde sekiz mermi bulunan bir tabancayla sınıf arkadaşlarından sekizini vurup öldürüyor. Çocuğun evine gittiklerinde odasındaki bilgisayarında sınıftaki bütün öğrencilerin yerleşimini olduğu gibi gösteren bir çizim görüyorlar. Çocuk her ateş ettiğinde tam isabet ettiriyor ve öldürüyor: Beş kere başa, üç kere de göğse ateş ediyor. O albay, "Böyle başarılı bir atışı profesyoneller bile yapmakta zorlanıyorlar" diyor. 

Düşünebiliyor musunuz, 9 yaşındaki bir çocuk 8 kurşunla 8 kişiyi haklıyor... Üstelik bu cinayetinin sonunda küçük Carmil şöyle diyor: "Fakirleri öldürmek lâzım, çünkü onlar bizim elimizdekileri istiyorlar, ileride onlar elimizdekileri almak için bizleri öldürecekler...”

Yukarıda Batı uygarlığının kendi içinden çıkan büyük fikir adamlarından yaptığımız alıntıların ve istatistiki verilerin de yardımıyla da “Batı” paradigmasının, kısaca bir panoramasını ortaya çıkarmaya çalıştık. XVI. yüzyıldan itibaren bilim, felsefe, teknoloji bakımından dünyaya liderlik etmiş olan bu uygarlık!!! maddi ve somut anlamda olağanüstü sayılabilecek ilerlemelere imza atmış olsa da, maalesef manevi anlamda insanlığı boğazına kadar  tam bir bataklığa batırmış durumdadır. Batı, bilhassa içtimai alanda ortaya çıkmış bulunan yozlaşmışlıklarıyla (uyuşturucu kullanımı, ensest ilişkiler, eşcinsel evlilikler, pornografi vs….), bir volkan patlamasıyla helak olan “ Pompei” toplumunu aratmamaktadır. 

Fakat tam bu anda okuyucularımızın aklına çok doğal olarak şu soru hemen gelebilir: Batı, içtimai alanda ortaya çıkan bu korkunç yozlaşmışlıklar içinde debelenirken, nasıl hala dünyada hemen hemen her alanda lider konumunda bulunabilmektedir?

 Bu çok mantıklı ve isabetli olarak sorulmuş bir sorudur. Bu sorunun cevabı, “Batı, cinsel anlamda büyük yozlaşmışlıklar yaşasa da, toplumsal alanda büyük bir disiplin içinde hareket etmesinde, adaleti hiçbir ayrım yapmadan (zengin/yoksul, güçlü/zayıf, vs…) katı bir şekilde uygulamasında ve ayrıca, Devletin ve toplumsal hayatın omurgası olan çok güçlü bir beyin takımının toplumlarını her anlamda yönlendirmesinde” gizlidir……

 

 



Anahtar Kelimeler: HANGİ ?