Hangi Lozan: Zafer mi, Hezimet mi?

Hangi Lozan: Zafer mi, Hezimet mi?

OLCAYTO ŞAHİN Yazdı...

Hangi Lozan: Zafer mi, Hezimet mi?-I

Not: Geçen yazımızın konusu olan “Şeyh Said İsyanı” tartışmaları bağlamında, bazı çevrelerce gündeme getirilen “Şeyh Said ve arkadaşları Lozan’da Musul ve Kerkük yöresinin İngilizlere bırakılmasından dolayı isyan ettiler” doğrultusundaki tezlerinden dolayı, bir sonraki yazımızın konusunun Lozan’da ‘Musul ve Kerkük’ yöresinin İngilizlere bırakılması tarihsel süreci içinde, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının bu konuda ne kadar direndiklerini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin politikalarını anlatmaya çalışacak bir yazı olacağını duyurmuştuk.

İki haftalık bir yazı dizisi olarak yayımlanacak “Hangi Lozan: Zafer mi, Hezimet mi?-I, II” adlı yazılarımızın başlıklarını, “resmi tarih karşıtı” bir tarih anlayışı inşa etmeye çalışan araştırmacılardan olan ve açıklamaları öteden beri kamuoyunda yoğun tartışmalara neden olan Kadir Mısıroğlu’nun yine çok tartışılan kitabı olan “Lozan-Zafer mi, Hezimet mi?” adlı kitabına bir gönderme yaparak oluşturmaya çalıştık.

“Resmi tarih” karşıtı “alternatif” bir tarih anlayışı oluşturmaya çalışan araştırmacılarca, Cumhuriyet Tarihi ve Atatürk’e ilişkin en çok tartışma konusu yapılan konulardan birisi (belki de birincisi!!!) Lozan Antlaşmasıdır. Bu konuda bu hafta, “Musul ve Kerkük’ün İngilizlere teslim edildiği!!!!” iddialarına, gelecek hafta ise “resmi tarih karşıtı” araştırmacılarından olan Kadir Mısıroğlu’nun “Lozan Antlaşması” hakkındaki eleştirilerinin ve itirazlarının tümüne!!!! cevap vermeye çalışacağız.

Yakın zamanlarda, TV kanalları arasında “zap” yaparak gezinirken, ulusal yayın yapan bir TV kanalının yöneticisinin “Diyarbakır’da bir bulvara ‘Şeyh Said’ adının verilmesine ilişkin” tartışmada; “Şeyh Said ve arkadaşlarının Lozan’da ‘Musul ve Kerkük’ yöresinin İngilizlere bırakılmasından dolayı (Musul ve Kerkük yöresi, Lozan’da İngilizlere bırakılmamıştı gerçi !!!!!!) isyan ettikleri” iddiasında bulunuyordu.

“Alternatif” bir tarih anlayışı oluşturma iddiasında olanlarca, erken Cumhuriyet Tarihine ilişkin en çok eleştiri konusu yapılan konuda Kadir Mısıroğlu “Lozan Zafer mi Hezimet mi” adlı üç ciltlik bir kitap yazmıştı. Yazar, “Lozan Zafer mi? Hezimet mi ” adlı eserinin önsözünde bu konudaki temel tezini şu şekilde anlatmaktadır:

“Lozan, muazzam bir imparatorluk mirasının hân-ı yağması (yağma sofrası) dır. Türk’ün şahsında İslâm’dan intikam alınarak, bütün bir İslâm Dünyası’nın başsız bırakılmasıdır !..

Lozan’ın getirdiği; adalarla yunan stratejik çemberine alınmış iktisadî kaynaklardan mahrum, her türlü ünvan ve sıfatı yolunmuş, gayri tabiî hudutların çizdiği küçük bir Türkiye’dir.” !!!!!!!

Yazar, anılan kitabında şöylece devam etmektedir:

“ Batum, Batı Trakya, Ege Adaları, Kıbrıs, Antakya, Lazkiye, Halep ve Musul, Misak-ı Milliye dahil olduğu halde Lozan’da peşkeş çekilmiştir. Lozan Muahedenamesinin (antlaşma metni), Sevr Sulh Projesi ile mukayese olunarak muvaffak olmuş gösterilmeye çalışılması abesle iştigaldir. Zira, Sevr Yunanistan hariç hiçbir devlet tarafından tasdik edilmeyip akim kalmış (sonuca ulaşamamış) bir tekliften ibarettir.”

Peki tarihsel gerçekler böyle miydi? Bu olayın “geri planını” hemen basamak basamak anlatmaya başlayalım!!!!!:

“Üzerinde güneş batmayan imparatorluk!” olarak adlandırılan Britanya’nın başını çektiği “İtilaf Devletleriyle”, 20. Yüzyıl başında bir “süper güç” haline gelen Almanya’nın başını çektiği “İttifak Devletleri” arasında 1914 yılında patlayan I. Dünya Savaşı’nın (Daha çarpıcı bir adlandırmayla I. Emperyalist devletler arası bölüşüm savaşı) temel nedeni, dünya ölçeğinde bilhassa Ortadoğu’da varlığı keşfedilen “enerji kaynaklarını” ele geçirme mücadelesiydi. Emperyalist Devletler, 20. yy’ın başında, büyük oranda Osmanlı İmparatorluğu’nun kontrolünde olan Ortadoğu’da çok büyük petrol rezervlerinin olduğunu keşfetmişlerdi.

Politik öngörüsü ve dehasıyla bilinen II. Abdülhamit, 1900’lü yılların başında bu durumu net bir şekilde görmüş, bu konuda tedbirler almaya çalışmıştı!!!! II. Abdülhamid, 1908 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından iktidardan uzaklaştırılmıştı. İktidara gelen İttihat ve Terakki önderleri de, emperyalist devletler arasında oluşan bu saflaşma sonrasında, büyük bir “kapışmanın” yakın ve kaçınılmaz olduğunu fark etmişlerdi. Sanılanın aksine, İttihat ve Terakki önderliği savaşa Britanya’nın başını çektiği “İtilaf Devletleri (Britanya, Fransa, İtalya)” saflarında katılmak için çok yoğun görüşmeler yürütmüşlerdi. Fakat her defasında “şiddetle” reddedilmişlerdi. Öyle ya amaçları, ne olursa olsun Ortadoğu petrollerini ele geçirmek olan “İtilaf Devletlerinin” , bu yöreleri kendi kontrolünde tutan Osmanlı İmparatorluğu’nu taraflarına kabul etmeleri mümkün olamazdı!!!! Hatta o kadar ki, savaş öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun parasını peşin vererek sipariş ettiği savaş gemileri, Britanya tarafından el konularak teslim edilmemişti. Britanya’nın arkasında politik belirleyici büyük petrol tröstleri vardı.

Bütün bu anlatılan nedenlerden dolayı savaşa “zoraki” olarak Almanya’nın başını çektiği “İttifak Devletleri” yanında yer almak zorunda kalan Osmanlı İmparatorluğu, böylece bu noktada “şansını bir denemek!!!” zorunda kalmıştı.

I. Dünya Savaşından Almanya ile birlikte yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu, 30 Ekim 1918’de çok ağır şartlar içeren Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştı. 28 Ocak 1920’de Osmanlı Mebusan Meclisinin gizli oturumunda kabul edilen Misak-ı Milli’nin (Milli Ant-Milli Yemin) birinci maddesinde kabaca; “Mondros Ateşkes Antlaşmasının imza edildiği 30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı devletinin fiilen hâkim olduğu yerler” milli sınırlar içerisinde sayılmıştır.

30 Ekim 1918 tarihinde Musul vilâyetinin çok büyük bir kısmı Ali İhsan Sabis Paşa’nın komutasındaki Osmanlı kuvvetlerinin kontrolünde bulunuyordu. Ancak yöredeki birliklerinin komutanı General Marshall’ın bir blöfüyle(1) İngilizler, Ateşkes Antlaşmasının imzalanmasından sadece birkaç gün sonra Türk kuvvetlerinin 10 Kasım 1918’de buradan Nusaybin’e doğru çekilmelerini sağlayıp, Musul ve yöresini Mondros Ateşkes Antlaşmasının hükümlerine aykırı bir şekilde işgal etmişlerdi. Dolayısıyla, Musul ve yöresi Misakı Milli sınırları içerisinde yer almıştır. İngilizler, I. Dünya Savaşı sırasında Musul ve Kerkük yöresinin çok zengin petrol kaynaklarına sahip olduğundan çoktan haberdarlardı. Britanya Ortadoğu’daki büyük enerji (petrol) kaynaklarını kontrolü altına almak zorunda olduğunu, aksi takdirde “süper güç” olarak varlığının

sona ereceğini biliyordu ( Bu ilke günümüzde ABD tarafından yine aynı bölgede ısrarla uygulanmaktadır).Bu sebepten dolayı İngiltere bu yöreleri elinde tutabilmek için çok ısrarcı davranmıştır. Hatta bazı araştırmacılar, çok zengin Musul-Kerkük petrollerine sahip olmayı kolaylaştırmak için “Türk Ordusunu meşgul etmek amacıyla” Yunanlıların Büyük Britanya tarafından Anadolu’ya çıkarıldığını ileri sürmektedir (2).

Musul Meselesi, ilk olarak Lozan Konferansının 23 Ocak 1923 tarihli oturumunda ele alınır. İsmet Paşa, Lozan Konferansı komisyon toplantısında Musul’un Türkiye’ye ait olduğunu savunurken, delillerini “Etnografik sebepler”, “ siyasi sebepler”, “tarihi sebepler”, “coğrafi ve ekonomik sebepler”, “ Askeri ve stratejik sebepler” gibi beş başlık altında sunuyordu.

İkinci celse görüşmelerde meselenin iyice çıkmaza girmesiyle İsmet Paşa bölgede plebisit (halkoylaması) yapılmasını önerir; ancak İngiltere bu teklifi “Bölge halkının rey verme alışkanlığının olmaması !!!” gerekçesiyle reddeder.

Uzun tartışmalar sonrasında, Lozan Antlaşmasının 3.maddesi gereğince, sorunun çözümü, dokuz ay içinde bir sonuca vardırmak üzere “Türk-İngiliz” ikili görüşmelerine bırakılır.

Türk-İngiliz ikili görüşmeleri, 19 Mayıs 1924’de İstanbul’da başlayan Haliç Konferansında gerçekleştirilir. Ancak ikili görüşmelerde, uzlaşma yönünde bir sonuca varılamaz.

Bunun üzerine, Lozan Antlaşmasının “taraflar arasındaki anlaşmazlık halinde konunun Milletler Cemiyetine (şimdiki Birleşmiş Milletler) götürülmesi” hükmü gereğince, sorun İngiltere tarafından Milletler Cemiyetine götürülür. Türkiye, sorunun Milletler Cemiyetinde çözümüne taraftar değildir. Çünkü, Milletler Cemiyetine İngiltere hakim durumdadır ve çıkan kararlarda oldukça etkili durumdadır.

30 Eylül 1924’te Milletler Cemiyeti tarafından bir soruşturma kurulması kararlaştırılır. Komisyon şöyle oluşturulur: Komisyon başkanı İsveçli A. Wirsen, Macar kont Teleki, Belçikalı A. Poulis. Komisyon ekleriyle birlikte 19 sayfa tutan raporu 16 Temmuz 1925’te Milletler Cemiyetine sunarak bir sınır tanımı yapar ve “Brüksel Hattı” adıyla ve geçici mahiyette bir Türk-Irak sınırı tespit eder.

Daha sonraları komisyon, geçici olarak çizilen Brüksel Hattı’nın 16 Temmuz 1925’te kalıcı olması gerektiğine karar verir. Türkiye’nin bu komisyon raporuna itiraz etmesi üzerine rapor, 19 Eylül 1925’te Milletlerarası Adalet Divanı’na götürülür. Divan’ın verdiği karar, Milletler Cemiyeti Meclisi lehine olur. Türkiye, Milletler Cemiyeti’nin verdiği karara uyarak 5 Haziran 1926’da imzalanan “Ankara Antlaşması” ile Musul’u Britanya güdümündeki Irak’a bırakmak zorunda kalır.

Yukarıda ana çizgileriyle kronolojik olarak bir özetini yapmaya çalıştığımız Musul Vilayetinin kaybedilmesi süreci, ünlü İngiliz gazeteci ve yazarı Lord Kinross’un da ileri sürdüğü gibi “Atatürk’ün dış politikada yaptığı tek hata” mıydı?

Ya da gazeteci yazar Taha Akyol’un son kitabı “Ama Hangi Atatürk” te iddia ettiği gibi, “Kemalist önderlik Musul meselesini ikinci planda bir konu” olarak mı görüyordu?” (3)

Atatürk’ün izlediği Musul-Kerkük politikaları soğukkanlı bir şekilde analiz edildiğinde, politik dehası belki de askeri dehasının çok çok ilerisinde olan Atatürk’ün, bu mesele konusunda izlediği politikaların (sonuçta Musul-Kerkük kaybedilmiş olsa da) son derece tutarlı, realist olduğu kolayca görülebilecektir.

Atatürk, “maceracı” değil “realist (gerçekçi)” bir dış politika takip etmiş, devlet gücünün ötesinde ısrarlarda bulunmamış, dış ilişkilerde bir denge politikası izlemeye çalışmıştır. Nitekim, 1939’de ülkenin şartları iyileşince Fransa’nın Hitler tehdidi altında olmasından da yararlanarak Hatay geri alınır.

9 Ekim 1924 tarihinde Fevzi Paşa, Kazım Karabekir Paşa’ya Musul meselesi hakkında şunları söylüyordu:

“ İcap ederse yeni bir harbi de göze aldık. Musul bizimdir. Madem ki sulhen (barışla) vermiyorlar; harben almak için Gazi ısrar ediyor. Hükümet de bu fikirde. Bizim muvaffak (başarılı) olacağımıza şüphe yok. İcap ederse Musul değil de daha uzaklara da gideriz.”(4)

Dolayısıyla, Taha Akyol tarafından ileri sürülen “Kemalist önderlik tarafından Musul Meselesinin ikinci planda görüldüğü ” savının yanlışlığı ortadadır.

Musul Vilayetinin kaybedilme nedenlerini şu şekilde özetleyebiliriz:

1) Musul ancak direkt bir askeri operasyonla Türkiye topraklarına katılabilirdi. Fevzi Paşa’da bu fikrin savunuculuğunu yapmıştı. Fakat, I. Dünya Savaşı ve sonrasında Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştiren Türk Milleti, İnsan, silah, malzeme, ekonomik güç bakımından gücünün son sınırına gelmişti.

Ayrıca, yapılacak bir askeri operasyon esnasında, batı illerinden Musul’a asker kaydırılması durumunda bile İngiliz gücü karşısında yetersiz kalınacağı gibi, Batı Cephesi’nin bu şekilde boşaltılması Yunanlıların Trakya’ya ve İtalya’nın Yunanlılarla beraber tekrar Ege Bölgesi’ne yönelmesine yol açabilirdi(5).

Dolayısıyla, İngiltere ile direkt bir cephe savaşını göze almak oldukça “maceracı” bir yaklaşım olurdu.

2) Türkiye burada Ali Şefik Özdemir önderliğinde bir gayri nizami harp örgütlemeye çalışmış, fakat kat kat üstün düşman kuvvetleri karşısında başarılı olunamamıştı.

3) Atatürk, Musul Vilayetinin Türkiye topraklarına katılması halinde bu coğrafyanın (Türkiye Güneydoğu’sunun) gayet haklı olarak tamamen yönetilemez hale geleceğini hesaplamıştı.

4) Bu meselede Türkiye sadece zamanın süper gücü İngiltere’yle değil, aynı zamanda çok güçlü uluslararası petrol tröstleri ve lobileriyle mücadele etmek zorunda kalmıştı.

5) Bu coğrafyada İngiltere’nin kışkırtmaları sonucunda ortaya çıkan 1924 Nasturi (Hakkari ve çevresinde yaşayan Hıristiyan Kürtler) ve 1925 Şeyh Said isyanları Türkiye’nin elini çok zayıflatmıştı.

6) Britanya, yüzlerce yıllık sömürgecilik deneyimlerini burada her bakımdan çok ustalıklı bir şekilde kullanmıştı.

Bülent Ecevit, 12 Mart Muhtırasının(1970) verilmesinden ve kendisinin CHP genel sekreterliğinden istifasından birkaç ay önce, İsmet İnönü ile baş başa yaptıkları bir haftalık görüşme esnasında, İnönü’nün kendisine “Atatürk’ün şartlar elvermediği için Musul’u alamadığını, şartlar elverişli olduğunda Türkiye’nin Musul’u kendi topraklarına katması gerektiğini” vasiyet ettiğini, Ocak 2005’te basına açıklamıştı.

 

Yukarıda detaylı bir şekilde açıklamaya çalıştığımız üzere, çok uzun süren savaşlar boyunca “Milli Güç (insan kaynağı vs.)” unsurlarının büyük bir kısmını tüketen ülkemizin (örneğin, sadece 1915 Çanakkale Savaşı’nda, 50,000 insanımızı şehit vermiştik), arkasında büyük petrol tröstleri olduğu zamanının en büyük süper gücü olan Britanya (ve aynı zamanda Fransa, İtalya vb. gibi) karşısında “çok zengin petrol yataklarını” elde tutma ve başarılı olma şansı “hiç ama hiç” yoktu. Bütün bu büyük olumsuzluklara rağmen, Britanya’ya karşı “Musul-Kerkük” konusunda gerçekten büyük bir mücadele verilmişti!!!! Fakat, 1925’de İngiliz kışkırtmalarıyla Doğu’da patlayan “Şeyh Said İsyanı”, bu konudaki tüm çabalarımızı sonlandırmıştı.

Türkiye’nin “Musul-Kerkük” mücadelesinin tarihsel akışını yukarıda çok özet bir şekilde anlatmaya çalıştık. “Resmi Tarih” karşısında “alternatif” bir tarih anlayışı oluşturmaya çalışanlarca öteden beri Cumhuriyet Tarihimizin ilk dönemlerine ilişkin en çok eleştiri konusu yapılan ve tabiri caizse “yerden yere” vurulan bu konuda, yazımızda izah etmeye çalıştığımız tarihsel gerçekler karşısında bir haklılık payı var mıdır sizce? Tarihsel olayları şartlarından, konjonktürü hiç göz önünde tutmadan, bağlamından kopararak değerlendirmek, sadece sonucu üzerinden sorgulamak ne kadar bilimsel ve insaflı bir yaklaşım olabilir?

Yazımızı bitirirken, “Alternatif” bir tarih anlayışı oluşturmaya çalışanlara iki soru yöneltmek istiyoruz:

“2.5 milyon kilometre kare olan vatan toprağı, Lozan Antlaşması ile 780 bin kilometre kareye düşmüştür.”!!!! ( “Resmi tarih” karşıtlarının iddiası)

30 Ekim 1918’de Osmanlı İmparatorluğu tarafından imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması sonrasında ne kadar toprağa sahiptik ?!!!!!

Son Osmanlı Meclisi Mebusanında kabul edilen “Misakı Milli” sınırları bakımından, Lozan Antlaşmasından sonra hangi yöreler dahil değildir?’’

 

DİPNOTLAR:

(1) Mim Kemal Öke, Musul Kürdistan Sorunu 1918-1926, İstanbul, İrfan Yayımcılık, t.y., s.59.

(2) Yalçın Küçük, Sırlar, İstanbul, YGS Yayınları, 2002, s.150

(3) Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, İstanbul, Doğan Egmont Yayımcılık, 2008, s.479

(4) Uğur Mumcu, Kazım Karabekir Anlatıyor, Ankara, um:ag Yayımları, 2002, s.137

(5) Taha Akyol, a.g.e, s.464



Anahtar Kelimeler: Hangi Lozan: Zafer Hezimet ?
Suat Türkay
3.01.2024 22:35:01
Lozan Antlaşması ile ilgili aklı başında bir yazı....Hamasetten ve hayalperestlikten uzak tarihsel gerçekleri netleştiren objektif bir değerlendirme.. Teşekkürler Olcayto.