HOF HOF HOF
Büyük deprem felaketinden bir hafta kadar önceydi. Estirdi, Sivas’a gittim.
“Sanırım gitmeyeli yirmi yıl kadar oldu, gideyim Karacalar köyümü ziyaret edeyim, o yıllardan sağ kalanlar varsa ellerini öpeyim, mezarlıkta olanlara da üçer kulfü, birer elham okuyup döneyim.”
Anadolu Jet firmasından gidiş dönüş uçak biletimi aldım, keşke otobüsle gidip gelseydim.
Gidiş biletim, 15 Ocak Çarşamba İzmir’den kalkış 11.15 , İstanbul Sabiha Gökçen aktarmalı 15.15 Sivas iniş. (Sene 2023)
Sabahın köründe havaalanı transfer minibüsü beni evimden aldı, tam saatinde İzmir Adnan Menderes Havaalanına bıraktı, saat sekiz otuz.
Uçağın kalkmasına yaklaşık üç saat var. “Çek İn” denilen şeyi yaptırdım, gidip uçağın biniş kapısına, bilette yazan 219 numaralı kapının önündeki koltuklardan birisine oturup beklemeye başladım. Saat 11.30, normalde uçağın on beş dakika kadar önce kalkması gerekiyor.
Meğer uçağın kalkış saati ve biniş kapısı değişmiş, ben anonsu duymamışım.
Bomboş kapıda mal mal otururken bir anons:
“Sayın Yakup Kıvrak, sayın Yakup Kıvrak, lütfen 217 nolu kapıya geliniz. Bu sizin için son çağrıdır. Uçağınız kalkmak üzeredir.”
Haydaaa…
Valizimi kaptığım gibi 217 nolu kapıya koştum soluk soluğa.
“Geldim, geldim. İşte kimlik kartım. Söyleyin pilota, kalkmasın, geldim.”
“Telaş etmeyin Yakup bey. Uçak sizi almadan kalkmaz.”
“Offf, hele şükür.”
Kimlik kartım istendi, gerekli işlemler yapıldı, uçuş kartım verildi. Valizimi alıp uçağa giden tünelden yürüyüp uçaktaki daracık koltuğuma ulaştım.
İşlemler esnâsında telaşla çantamı karıştırırken cep telefonumu oradaki bankoya koymuşum, farkında değilim.
Neyse, soluk soluğa uçaktaki yerimi bulup oturdum. Tekli sırada altı adet koltuk, çok daracık.
Bundan sonra uçak yolculuğu yaparsam Allah beni affetmesin.
Küçük çantamı yokladım, eksik bir şey var gibi, çantamda cep telefonum yok.
Telaşla bütün ceplerimi yokladım, çantamı tekrar kontrol ettim, o lânet cep telefonum yok.
Kalkmak üzere olan uçağın 32/A koltuğumdan ayağa kalkıp, “Hop hoooop, acil durum. Cep telefonum yok. Sanırım kapıda unuttum,” diye bağırınca uçağın pilotu kalkmak üzere olan uçağın motorlarını istop edip kalkışı durdurdu.
Güler yüzlü hosteslerden birisi koşup yanıma geldi.
“Yakup bey, gelir misiniz, telefonunuza bakalım.”
Uçak kalkmak için benim telefonun bulunmasını beklerken telefonuma kavuştum ve uçak on dakikalık rötarla kalktı.
***
Dönüşte de benzer bir şeyler yaşadım.
Dolayısıyla artık bundan böyle Anadolu’ya yapacağım tüm seyahatlerimi otobüsle yapmaya karar verdim.
“Sivas Seyahat yolcuları, otobüsümüz on dakika mola vermiştir. İçeceğiniz çaylar şirkettendir.”
***
Sivas havaalanına indiğimde beni dostlarım, Sivas Times gazetesinden sevgili Osman Çelik ve sevgili Etem Gölbaşı karşılayıp aldılar.
Daha önceden haberleşip randevulaştığımız iki öğrencim Mükremin Ayten ve Celal Özbek bizi Sivas’ta bekliyorlardı.
Oraya varmadan önce direksiyondaki Osman Çelik’e dedim ki, “Osman, bildiğin bir yer varsa önünde dur da kendime bir kaç paket sigara alayım…"
Gülüştüler…
Bir yerde durduk, alış verişimi yaptım.
Beş on dakika kadar sonra öğrencilerimle kucaklaştık.
Gazeteci dostlarım Osman Çelik ve Etem Gölbaşı beni öğrencilerime teslim edip gittiler.
“Hocam, yarın Karacalar’da buluşuruz.”
“Tamam, öğleden sonra gelin.”
Mükremin ve Celal durup durup bana sarılıyorlar.
“Hoş geldin öğretmenim, hoş geldin öğretmenim.”
Yâhu koca koca adamlar olmuş ikisi de.
Yolda bir yerden Mükremin’in oğlunu, gelinini, torununu aldık. Yol o kırk beş sene önceki bozuk, taşlı topraklı yol değil, otoban.
“Hocam burası Taşlıdere, hatırlıyon mu?” dedi Mükremin.
“Hatırlıyom, bu yolu minibüs bir saatte giderdi. Sanırım beş on dakikaya kadar köyümüzde olacağız. Şu sağda görünenler Aşağıada, Yukarıada köyleri değil mi?”
“Evet hocam, doğru hatırladın.”
“Şu daha yukarıdaki Ekincioğlu.”
“Evet hocam, doğru hatırladın.”
“Bu Aşağıada köyüne kız istemeye gitmiştik, beni de götürmüşlerdi.”
“Evet hocam, doğrudur hocam.”
“Hocam, köye gitmeden önce Ulaş’a gidek, garnımızı doyurak, sonra köye giderik,” dedi Celal Özbek.
Bir an önce köyüme gitmek istiyorum, hava kararmak üzere.
“Önce köye gitsek?”
“Olmaz hocam, Selma sofra hazırladı,” dedi öğrencim Celal Özbek.
“Peki,” dedim.
Selma ve kızı, Seferaa’nın torunu Edâ hârika bir sofra hazırlamış.
Tam Anadolu sofrası, karnımızı iyice doyurduk.
Hava karardı.
“Hocam, bu gece burada kal, sabah köye giderik.”
“Hayır, ben bu gece Seferaanın misâfir odasında yatacağım.”
Beni iknâ edemediler ve akşam karanlığında köye gittik.
Üç beş komşu bana hoş geldin demeye geldiler.
Kırk sene önce ilk yattığım odaya yer yatağı özenle serildi. Bütün konuklar gittikten sonra yer yatağıma uzandım.
“Hocam bak, sabah dokuzdan evvel kalkış yok, köyde dolanmak yok. Çoban köpekleri var, hepisi de Kangal. Sabah ben gelince barabar çıkarık.”
“Tamam Mükremin, barabar çıkarık.”
Sabah çok erken uyandım, saat yedi gibi falan.
Kırk sene önceki yer yatağımda döndüm, dolandım.
Baktım olacak gibi değil, “Hadi gidip şu okulumu göreyim,” dedim kendi kendime.
Mükremin’in tembihi hiç aklıma gelmedi.
Montumu giyip çıktım. Sabahın yedisi, herkes uykuda. Tam okuluma ulaşacaktım ki,
“Hof hof hof…”
İri kıyım bir kangal köpeği.
Boynunda şu bildiğiniz tersine çivilenmiş boyunluk var.
Kurt koyuna saldırırsa kahramanca sürüyü savunurlar, boynundaki tersine çivili boyunluk onları korur.
İşte o Kangal köpeği bana hofluyor, boyu boyumdan aşkın.
“Hof hof hof!”
Amanın, etrafta hiç kimse yok. Boynunda çivili tasma, bana hofluyor, çok çok iri bir Kangal köpeği, kötü bir durum.
Kuyruğuna baktım, dimdik.
Kuyruğunu hafifçe sallasa yanaşıp başını okşayacağım ama kuyruk dimdik. Herhangi bir köpeğin kuyruğu dimdik ise onun kafası bozuktur, öfkelidir.
Yalvarırcasına, sakin sesle, korkudan bacaklarım titreyerek konuştum.
“Aman oğlum, bak ben yabancı değilim.”
Alt tarafına bakıp erkek bir köpek olduğunu anladığım için böyle hitap ediyorum kendisine, “Aman oğlum.”
Kaçmamam gerektiğini iyi biliyorum, kaçarsam işim bitik. Kangalın kuyruğu yine dimdik.
“Hof hof hof…”
Sabahın erken saati, etrafta hâlâ hiç kimse yok.
Dişlerini göstererek yüzüme yüzüme hofluyor, suratı suratıma çoook yakın, boynundaki çivili boyunluk çok ürkütücü.
“Hof, hof, hof!”
“Aman oğlum, bak ben yabancı değilim.”
Sonunda iknâ olup kuyruğunu sallayarak ağıldaki sürüsünü korumaya gitti.
Rahat bir nefes aldım, “Offffff!”
O sırada Seferaa’nın torunu, talebem Mükremin’in oğlu Sâlih Can sokağın başında göründü. Suratı Seferaa’nın suratının aynı, sanki fotokopisi…
“Hocam, kahvaltı hazır, seni bekliyok.”
“Offf Sâlih Can, az kala telef oluyordum, neredesin?”
“Eeee hocam, babam sana söylemişti, biz olmadan erken çıkma demişti.”
Gülüştük.
O sırada ağıllardan birinden bir sıpa yola atladı. İnanılmaz güzellikte gözleri ve kulakları vardı.
O sıpayı ayrıca anlatacağım, köyde bulunduğum o dört gün boyunca beni yalnız bırakmadı.
Çok güzel gözleri vardı, dört gün boyunca peşimde dolandı.
“Gel Sâlih Can, kahvaltıdan önce okulumu görmek istiyorum,” dedim.
“Olur hocam,” dedi.
Okul zâten elli metre ötemizdeydi, gittik.
Okulun bir dönümlük etrâfını çevreleyen duvar yok, yıkılmış. Necâti öğretmenin vaktiyle diktiği elma ağaçları yok, kurumuş. Arı saldırısında içine sığındığım çeşme ve yalağı yok, sökülmüş.
Sâdece okul binâsı ve vaktiyle garaguru gördüğüm kübik lojmanım duruyor. Bir de lojmanımın hemen ötesindeki öğrenci tuvaletleri duruyor, vaktiyle ihtiyâcımı gördüğüm...
O tuvalette ihtiyacımı gördüm ve Sâlih Can’a “Hadi kahvaltıya gidelim,” dedim.
Güzel gözlü, güzel kulaklı sıpa peşimizdeydi.
***
Hârika bir kahvaltı denildiğinde ne anlarsınız?
Önünüzdeki ahırdan tezek kokan ineklerden henüz, biraz önce sağılıp kaynatılmış süt.
O sütten daha dün yapılmış, boncuk boncuk terleyen tereyağı.
Evin önünde gıdaklayan biraz önce yumurtlanmış tavuklardan yumurta.
Daha ne olsun…
Ama lavaş yoktu.
Ulaş’taki fırından alınmış fırancala ekmek vardı, beyaz.
“Mükremin, lavaş yok mu?”
“Hocam o eskidendi. Şimdi Ulaş fırınlarından hazır ekmek alıyoz.”
***
Ve kahvaltıdan sonra Garpız Memed’in evine ziyarete gittim.
Ve işte eveeet…
Garpız Memet.
Onu mutlaka anlatmam lâzım.