İnsan nedir? Sorusunun tarih boyunca cevabı aranmıştır. Gerek ideolojik tanımlar gerekse dinsel tanımlar insan denen karmaşık yapıyı kendince bir konuma oturtmaya çalışmıştır. Bu doğrultuda insanı inceleyen birçok bilim dalı gelişmiştir. Her bakış, her ideoloji, her dinsel öğreti ya da semavi din insanla ilgili birbirinden farklı sistematik tanımlamalar ortaya koymuşsa da insanla ilgili su götürmez şu üç gerçeğin hiçbir zaman değişmediğidir.
Hiçbir tanımlama kaynağı tarafından inkârı mümkün olmayan özellikleri şu şekilde ifade edebiliriz.
Bu gerçek dörtlü organizasyonun derin tahlilleri ayrı ve geniş çaplı bir eserin konusudur. Bu insani niteliklerin toplumumuzda bireyler üzerindeki varoluş derecesiyle ilgili tamamen kişisel gözlemlerime dayalı tespitleri aktarmaya çalışacağım.
İnsanı diğer canlılardan ayıran bu temel öğeleri üzerinde barındıran bireyin, eylemlerinin sonucunu, bireyin içinde yaşadığı topluma katkısını, bu dört hasletten kendisini sıyırmış olan bireyin kendisine ve içinde yaşadığı topluma olumsuz etkisini irdelemeyi kendime karşı en önemli sorumluluk addediyorum.
Çağ, asır, yıl, coğrafya, inanç, düşünce fark etmeksizin akıl, düşünce, irade ve vicdan gibi en temel dört öğeyi barındırıp barındırmama noktasında iki sosyolojik gerçekten biriyle ilgili seçimini yapar. Bu noktada ilkel insan, modern insan; ilkel toplum, modern toplum kavramları yadsınamaz bir gerçek olarak belirir. Emperyalist ve oryantalist ilkellik ve modernlik tanımı bizi asla ilgilendirmiyor. Batılı tanımlamalardan ari olarak kendi sosyal gerçekliğimiz, akıl ve mantığın çizdiği yolda kendi kişisel gözlemlerimizi de katarak gerçekçi bir değerlendirme yapma zorunluluğunu kendimize görev bilmeliyiz.
İlkelliğin teknik araçlar geliştirmek ve bu araçlarla yaşam standardını yükselterek ortadan kalktığını ileri sürmek alışılagelmiş modernlik tanımlamalarının dışına çıkamadığımızı gösterir. Çağdaş tarih ilkelliğin tarihinden ve insanlığın gelişiminden bahsederken hep teknik gelişmeyle hayat standardının yükseldiği ölçeğini kendisine bir yol olarak çizer. Oysa ilkellikten kurtuluş ne sadece teknik ilerlemedir, ne de maddi anlamda hayatın kolaylaşmasıdır. Bana göre ilkelliğin ölçüsü ne gelişmiş araçlar kullanmamak ne de modernlik maddi aygıtların insanı taşıdığı müreffeh yaşam düzeyidir. Bu iki kavram da insanın öz hasletlerini her devir ve her konumda bünyesinde barındırıp bunu davranış haline getirmesiyle gerçekleşecektir.
İlkellik maddi yaşam kalitesinin düşüklüğü asla değildir. Tam tersine ilkellik Allah’ın insana bahşetmiş olduğu yüce vasıfları gösterme kararlılığını ortaya koymamasıdır. Yaratılışına yabancılaşmasıdır.
İlkellik aslında yaratılışa yabancılaşmadır. İlkellik: Bireyin aklını devre dışı bırakmasıdır.
İlkellik: Düşünceyi işletmemektir. İlkellik: İradeyi devre dışı bırakmaktır. İlkellik: vicdanı ruhundan kazımaktır. Bunlara bağlı olarak gelişen birçok insanı niteliği üzerinden atmaktır.
Bu anlamda her türlü bilimsel ve teknik aygıta sahip batı dünyasının toplumsal ve siyasal bazda ilkel olduğunu söyleyebiliriz. Batının ilkellik tarihine girecek değilim. İlkelliklerini emperyalist uygulamalarıyla tüm insanlığa defalarca gösterdiler.
İlkelliğin kökenine inecek olursak orada önemli bir kavrama ulaşırız. Bu kavramı “İlkel ben” olarak resmedebiliriz. İlkel toplumun oluşumunda, toplumdaki kokuşmuşluk, durağanlık ve kapalılıkta “İlkel ben ”in yol açtığı sebepler manzumesini görebiliriz.
Özerk bir yapı olan insanın benlik kavramı çeşitli bilim dallarında birçok bilim insanı tarafından çokça tanım ve gerçekleşme biçimleriyle ortaya konmaya çalışılmıştır. Saygınlık, statü kazanma, sevilme vs. şeklinde sıralanabilecek birçok özelliği bünyesinde barındıran biricik varlık olarak irdelemelere tabi tutulmuştur. Tarihin çeşitli dönemlerinde insan, nefsi ve şeytani dürtülerin tesiriyle büyük sapmalar yaşamıştır. İnsanoğlu bu noktada öz benliğinden ve kendisini diğer canlılardan ayıran temel özelliklerle arasını açar; kendisini bunlardan sıyırır; farklı mecralara sürüklenir. Bu sürükleniş insan denilen mükemmel organizmayı hayvanlık derekesine indirir. Bu seçimi bizatihi kişinin kendisi yapar.
İlkellik: bireyin kendisine bahşedilen ilahi kodlamanın zıddına hareket etmesidir. Kişinin akıl, düşünce ve vicdan ile arasını açmasıdır. İlkellik yolunu seçen bireyde beliren özellikler şu şekilde kendisini gösterir
Kendisini hayatın merkezinde görür.
Tüm sosyal ilişkilerinde kişisel çıkar gözetir.
Kendisini objektif değerlendirmez yani öz denetim yapmaz.
Aklıyla değil refleksleriyle hareket eder. Bu nedenle eylemleri daha çok hayvanidir.
Bütün çabası aç egosunu tatminden ibarettir.
Amacına ulaşmak için kimseyi feda etmekten çekinmez.
Davranışları daha çok rol şeklindedir.
Öz benliğini ortaya koymaz; daha çok takma kişilikle yaşar.
Vefa bilmez. İyiliği çabuk unutur; kötülüğü asla unutmaz. Bu anlamda kindardır.
İyiliğe daha çok kötülük ve nankörlük ile cevap verir.
Kendisinden başka hiçbir insana değer vermez.
İstikameti çıkarlarıdır. Bunun için keskin dönüşler yapmaktan çekinmez.
Vicdan gelişmemiştir.
İyiyi, doğruyu ve güzeli takdir etmez. Onun için en iyi, en doğru ve en güzel, ilkel benliğini doyuran ve onu yücelten her şeydir.
Başkalarının mutluluğundan rahatsız olur; başkasının mutsuzluğundan mutluluk çıkarır. Bu noktada hasetlik “İlkel ben ”’in en belirgin özelliğidir.
İlkel benlik aslında insanın kendisine tapınmasının başlangıcıdır. İblisten başlayarak yüce kitabımızda anlatılan kötülük odağı simge kişilikler “İlkel ben “in büyük örnekleridir. Firavun, Nemrut, Karun, Ebu cehil bahsettiğimiz kavramı üzerinde barındıran belli başlı tiplerdir. Tarihteki tüm müstebit yönetimler, barbar oluşumlar, monarşik düzenler, oligarşik yapılar bahse konu kavramın yol açtığı kulla kulluğu dikte eden istibdata dayalı yönetim biçimlerinin çıkış noktasıdır.
“İlkel ben” ve buna bağlı gelişen “İlkel biz” in günümüze sirayet eden örneklerini ülkemizde görmüyor muyuz? Üzülerek söylemek gerekirse özellikle modernite ve geleneksel inanç sistemi ile geleneklerin cenderesine sıkışmış insanımız üzerinde daha fazla görmek mümkün. İlkel benin ortaya koyduğu ilkel davranış biçimi ilkel toplumu oluşturmaktadır. İlkel toplumlarda bu durum klikleşmiş yapılarda kendini gösterir. Geçmişte ya da Dünya’nın çeşitli bölgelerindeki kabile ve klan kültürünü her coğrafyada her dönemde farklı formlarda görüyoruz. İlkel aidiyete dayalı bu ilkel grup ve birliktelikleri ülkemiz toplumunun her kesiminde görmekteyiz.
Akıl, düşünce, irade ve vicdan yoksunu bireylerden oluşan bu ilkel sosyal grup içinden gelen insan hayatta hangi sosyal statüye, hangi makama erişirse erişsin bu ilkel benin kendisine kazandırdığı davranış biçimini üzerinden atamıyor. Ruhunu ve tüm benliğini esir alan bu esaret zincirinden kendisini kurtaramıyor.
İlkel benliğin meydana gelişinde birçok faktör var. Ancak ülkemizde genel olarak kırsal bölgelerde yetişen bireylerde bu davranış biçimi baskın olarak gösteriyor kendisini. Hele de bu kişi bağnaz dinsel yapıların tezgahından geçmişse daha trajik bir hal alıyor. Kişi, içinde yaşadığı kabile, klan kültürünün ya da klikleşmiş yapının ruhuna kazıdığı kişilik tipini fark etmeden benimsiyor. Otomatik davranış haline getirdiği istem dışı tepkileri hayatın her aşamasında gösteriyor. Akli melekeleri, vicdanı üzerindeki hakimiyet noktasındaki tekamülünü tamamlamış bireyin aksine bu özellikleri devre dışı bırakan, bunlar üzerindeki hakimiyetini yitirmiş bir birey çıkıyor ortaya. İlkel benlik ve İlkel biz kavramları bu noktada bütün çıplaklığı ile kendini gösteriyor. İlkel aidiyete dönüşen bu kişilik özelliği her kesimde her kurumda farklı biçimlerde varlık buluyor. Dinsel bağnazlıklarda, ideolojik saplantılarda, mezhep taassuplarında, ilkel kandaş ya da kabile bağlılığında bu kişilik tipini bariz olarak görebiliyoruz.
Kendisinde irade gücü bulamayan, akli fonksiyonlarını işletme biçimini başkasının kendisine dayattığı formattan alan birey, mensubu bulunduğu grubun davranış kalıplarını kayıtsız şartsız sergileyerek “etiket kişilik” oluşturuyor. Davranış kalıpları ve refleksleri daha çok hayvani içgüdü şeklinde bürünen bir davranış biçimi bireyi yaratılış özelliğinin orijininden sıyırıyor. Canlılığın içgüdüsel birliğine dayalı ilkel birliğin içine sokuyor. Bu ilkel birlik insanı birey olmaktan çıkarıp sürünün bir üyesi yapıyor. Sürüleşmiş birey, içinde yaşadığı kliğin tüm davranış kalıplarını refleks olarak sergiliyor; bunu akıl süzgecinden geçirme gereği bile hissetmiyor. Bu noktadan sonra akıl, düşünce, irade ve vicdan denilen ve insanı diğer canlılardan ayıran temel vasıflar devre dışı kalıyor. Aklını, fikrini ve iradesini bir kenara bırakıp ilkel benlik ve ilkel biz içgüdüsüyle mantıksız aidiyetin içine atıyor kendisini. İşte bu noktadan sonra başlıyor insani dram.
İnsanın, yüce yaratıcının kullanmak üzere bahşettiği akıl denilen özelliği elinin tersiyle itişinin trajik hikayesidir bu. İnsan Allah tarafından kendisine verilen düşünme, irade ortaya koyma, ve vicdanını gösterme yerine iç güdüyü, aidiyeti ve aidiyetin kendisine dayattığı kişiliği sergileyerek kendisini karanlık dehlizlerin, ucu görünmeyen tünellerin, çıkmaz sokakların içine hapsediyor. Böylece kocaman dünya küçücük pencereli bir hücreye dönüşüyor. Bu hazin mahkûmiyet, geri kalmış toplumların adeta kaderi oluyor. Bugünkü Müslüman coğrafyanın içinde bulunduğu acıklı tabloyu başka hangi gerçekle izah edebiliriz?
Bu akıl yoksunu sosyal yapılar, üzerinde yaşadıkları coğrafyayı kocaman bir hapishaneye çeviriyor. Bu devasa hapishanenin içinde yetişen bireyden akıl ve irade beklemek artık şansa, düşük ihtimallere ya da bireyin şahsi çabasıyla bu katmerli kabuğu kırmasına bağlı kalıyor. Bu topluluklarda okuma, düşünme ve sorgulama olmadığı için birey aidiyet refleksiyle hareket ediyor. Bu şekilde oluşturulan bir hayat manzumesini kendisine rehber olarak seçiyor. Artık birey özerk olmaktan çıkıyor; mensubu bulunduğu grubun, itaat ettiği liderin belirlediği yaşam ilkelerini bir ibadet aşkıyla yerine getiriyor. Bundan sonra kişiye tapınma ve kula kulluk başlıyor. Bu sosyal ve bireysel gerçekliğin yol açtığı toplumsal kıyım ve faciaları tarih defalarca kaydetti. Bunların isim isim incelenmesi ayrı bir eser ve çalışmanın konusu olacak kadar derin ve kapsamlı konulardır.
Sadece çok yakın tarihte meydana gelen hazin ve elim bir olayı örnek olarak sunalım: “İlkel ben” ve “İlkel biz” gerçekliğinin yol açtığı en acınası ve düşündürücü sosyal yapı hiç şüphesiz “FETÖ” yapılanması örneğidir. Akıl, düşünceli, irade ve vicdan sahibi olması gereken insanın nasıl duygusuz robotlara dönüştüğüne hayretle ve ibretle şahit olduk. Aklından, düşüncesinden, irade ve vicdanından sıyrılan bireyin babasına dahi acımadan kurşun sıkacak noktaya gelişi ilkel ben ve onun yarattığı ilkel biz kavramlarını daha iyi izah etse gerekir. Aslında doğu toplumlarındaki terör yapılanmalarının çok rahat üreme ve çalışma alanı bulmalarının temel nedenini de bu kavramlarla doğrudan ilişkili olduğunu söyleyebiliriz.
Özellikle okuma oranının çok düşük olduğu toplumumuzda birey görerek öğreniyor. Görerek öğrenme, taklidi getiriyor. Taklit bir süre sonra tapınma derecesine gelen sorgusuz kabullenmeleri getiriyor. Bu davranış kalıpları bir süre sonra sistematik ritüellerle kendisini gösteriyor. İçinde yaşadığımız devasa toplum, sadece içinde yaşadığı sosyal yapının ritüellerini tekrarlayan bireylerin toplanma merkezi oluyor. Tarihin ilkel dönemlerindeki gerek doğal şartların gerek üretim ve ekonomik ilişkilerin gerekse korunma içgüdüsüne dayalı ilkel birliktelik, modern dünyada farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır.
Günümüzde yine modern ekonomik ilişkiler içerisinde bir geçim kapısı bulma, kapitalist düzenin acımasız çarkları arasında ezilme korkusu, kendi zihninde oluşturduğu dinsel gerekçelerle birey korunma ve yaşama refleksiyle kendisini klikleşmiş bir yapının içine atıyor. Sonra aklıyla değil, içsel dürtülerle hareket eden bir insan tipi beliriyor. Kişi mensubu bulunduğu yapının kendisine dayattığı tüm davranış biçimlerini vaaz edilmiş ilahi bir düstur gibi benimsiyor. Bunlara sımsıkı sarılıyor; diğer bir sosyal grup ile arasını açıyor; onları rakip popülasyonun savaşılması gereken bireyleri olarak görüyor. Bundan sonra amansız mücadelenin kısır döngüsünde bocalayan birey kendi doğasından uzaklaşarak öz benliğinden sapıyor. İşte Kur’ani bir kavram olan Esfel-i Safilinin gerçekleşme biçimi ortaya çıkıyor. Örneklemeler üzerinden yapılacak izahatlar gerçekliği tüm çıplaklığı ile göz önüne serecektir.
Üniversitelerde tıp, felsefe, sosyoloji, psikoloji gibi insan denen ummanı çözmeye dönük ilimleri tahsil eden, nicesi akademik unvanlarla kürsü işgal eden bazı bilim mensuplarının hayatında hiç kitap okumamış, düşüncesini ifade eden iki satır yazmamış tamamen mistik masallarla kendisine cazibe katan bir tarikat şeyhinin ya da cemaat liderinin çekim alanına girdiğini görüyoruz. Profesör, doçent unvanlarıyla üniversite kürsülerinde ömür tüketmiş bir ilim erbabının mistik hikayelerden örülü agnostik bir profil ortaya koyan dinsel önderlerin dizinin dibinde medet beklemesi tüm bilimsel çalışmalarını tüm ilmi söylemlerini geçersiz kılıyor.
Akılcılık ve bireysel iradeyi önceleyen bilimin vaaz ettiği akıl ve irade sahibi olması gereken insanın akıl almaz bir biçimde kendisine sorgusuz kabuller dikte eden liderinin doğmalarına teslim oluşu ancak ilkel benlik ve ilkel biz kavramlarıyla açıklanabilir. Bu marazlı kişilik tipi okuduğu bütün kitapları, yazdığı bütün makaleleri, ortaya koyduğu bütün akademik eserleri, kürsüdeki tüm söylemlerini bir kenara bırakıp ilkel bizin benliğine kazıdığı bu ilkel kişiliği gün yüzüne çıkararak çıkmaz labirentin içine atıyor kendisini. Toplumun öncüsü saydığımız aklı, bilimi, bireysel iradeyi, vicdani tutumu, insanın temel öncelikleri olarak bilmesi gereken ve bu temel insani özellikleri bünyesinde barındırması gereken, bu özellikleri yeni nesillere aktarmak gibi yüce bir görevi olan öğretmenlerin bile bir kısmında ruhuna sinmiş olan ilkel ben ve onun doğurduğu ilkel bizin, fırsatını buldukça acımasız bir biçimde ortaya çıktığına şahit oluyoruz. Amacı aklın ve bilimin ışığında hür iradeli ve vicdanlı bireyler yetiştirmek olan bir eğitimcinin bu düsturun tam aksine, tabi olduğu cemaat ya da tarikatın ya da üye olduğu bir kurumsal yapının(sendika) ya da ait olduğu etnik köken ve mezhebin ya da içinden çıktığı köyün, kasabanın, ilin, bölgenin çıkarları etrafında ilkel bir dayanışma sergilediğini görüyoruz.
Kendisi dışında ve kendinden olmayan kişi, kitle ve grupları muhalif taraflar olarak konumlandırıp onlara karşı akıl yoksunu bir mücadele ve acımasız bir savaş içine girebiliyor. Bu kısır, köksüz, vahşi davranış biçimi bir eğitimcinin üzerinde ne yakışmaz bir elbise olarak duruyor.
İlkel insan davranışlarını iki kavram üzerinde yoğunlaştırmıştık. Bunlardan biri “İlkel ben” ikincisi ise “İlkel biz”. İlkel ben kavramını biraz daha irdelersek, bu kavramın ortaya çıkardığı ilkel bize ulaşırız. Oradan toplumsal travmaların, rutin güdülmelerin, akli kabızlığın ve bilimsel fakirliğin ve bu noksanlıkların yarattığı sosyal çarpıklıkların haritası çıkar. Fıtrat dediğimiz ilahi kodlamanın ve onun telkin ettiği akıllı, düşünceli, iradeli ve vicdanlı, gerçek ve ideal benin aksine doyurulmamış egoların, aidiyet telkinlerinin, ilkel çıkar kaygılarının, popülist yaklaşım tarzının ve kapitalist ekonomik düzenin tesirinde ilkel ben ortaya çıkıyor. İlkel ben duygusu kişinin kendi benliğine tapacak kadar ileri götürür insanı. Mevlana bu konuda şöyle der: Her insan Allah’a tapıyor sayılmaz, çoğu benliğini kıble yapar da ona tapar. Sosyal hayatta bu durumun yol açtığı insan davranışlarına her şekilde şahit oluyoruz. Sadece bizim taraftan diye haksızdan yana olmak şeklinde beliriyor çoğu zaman. Kişi burada doğruyu ve haklıyı savunmak yerine, kendi popülasyonlarına mensup olanı destekleyerek “İlkel biz”inen bariz davranışını sergileyebiliyor. Halbuki doğru ve haklı lehine gerçeği apaçık dile getirmektir. Gerçek bilindiği halde onu dillendirmeden kahredici bir suskunluk içine girmek olsa olsa ilkel ben ve ilkel bizin basit bir tezahürü olabilir. Bu tutum da hiç şüphesiz yüce kitabımızın belirttiği “Dilsiz Şeytan” kavramıyla örtüşmektedir. Hakikati gizlemek ilkel benliğin en belirgin özelliğidir.
Yüce kitabımızın “…Onların kalpleri vardır fakat onunla gerçeği anlamazlar, gözleri vardır fakat onunla görmezler, kulakları vardır fakat onunla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” Mealindeki Araf suresinin 179. ayeti akıl, düşünce, irade ve vicdan kavramlarını kullanmayanların düştükleri durumu çok güzel betimler. Aslında akıl ve vicdan insan ve diğer mahlukların sınır çizgisi, turnusol kağıdıdır. Aklı kullandın insan oldun, aklı kullanmadın hayvan oldun. Bu kadar basit…
Kişinin benliğine tapınmaya kadar götüren ilkel benlik günümüz toplumunda bireylerin ruhunu teslim almaya doğru götüren acıklı bir hastalığa duçar etmektedir. Yakın zamanda kulun kul üzerindeki tahakküm kurma egoizminin yol açtığı kıyım, yıkım, zulüm, işkence, hak gaspı, aşağılama, adaletsizlik karşısında adeta vicdanı kurumuşçasına akıl tutulması şeklinde beliren derin suskunluk ve kahredici atalet başka nasıl açıklanabilir?
İlkel benin yol açtığı ilkel biz dayanışması dünyayı adeta ilkel hayvan popülasyonunun kokuşmuş vahşi yaşam alanlarına çevirmektedir. Kendi kokuşmuş yuvalarından doyumsuz benliklerinin kabaran iştahlarını doyurmakla meşgul olan birey yaratılış özelliğinin nisyanıyla Rabbine de isyan bayrağını açmıştır. Aklı işletmemek, iradeyi kullanmamak, vicdanının gereğini yapmamak aslında yüce yaratıcıya karşı en büyük isyandır. Birey, ruhuna, aklına, kalbine dikte edilen bu şeytani benliği bünyesinde taşıyarak adeta zombileşiyor. Dünya, medeni kılıklı zombilerin içinde yaşanmaz hale geliyor.
EMSALİ KARADUMAN