İSMET PAŞA’NIN ÇELLOSU
Su Yangını, Yirmi Üçüncü Hikâye, Sayfa 124
(…) Telefonda İsmet Paşa’nın kızı Özden Toker hanımefendi ile rektörümüz aydınlık insan Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu bizzat konuştu.
“Hanımefendi, 25 Aralık günü Devlet Konser Salonunda İsmet Paşa’yı anma konseri yapacağız. Bu konserde izniniz olursa bizim Yakup hoca, Paşa’nın çellosu ile bir eser çalmak ister, onun anısına.”
Özden Toker hanımefendi büyük bir memnuniyetle önerimizi kabul edince içimi büyük bir heyecan ve sevinç kapladı.
Nasıl kaplamasın ki, kırk yaşından sonra çello çalmaya heveslenip bir çello satın alıp, bir hoca bulup çello dersleri alan o büyük asker, o büyük devlet adamımızın o çellosu ile orkestram eşliğinde Gabriel Faure’un Elegie’sini çalacağım, onun anısına.
Konserden bir gün önce Pembe Köşk’e gidip Özden Toker hanımefendiden (sonradan çok güzel dostluğumuz olacaktır) çelloyu teslim aldım.
“Aman Yakup hoca, sağlam geri isteriz, o bizim kıymetlimizdir.”
“Hiç kaygılanmayın efendim, gözüm gibi bakarım.”
“Peki, adına ne diyordunuz, tellere sürtüp çalınıyor, şu sopası yok.”
“Arşe efendim, yay. Önemli değil, benim arşemle çalarım.”
Bugün Pembe Köşk’te sergilenmekte olan bu çellonun akort burguları bilindik ahşap burgu değil. Gitar, kontrbas, mandolin burgusu gibi mekanik, başka hiçbir çelloda görmedim, akortta büyük rahatlık sağlıyor.
Ertesi günü tıklım tıklım dolu CSO Devlet Konser Salonunda coşku, duygu ve hüzün karışık nefis bir konser gerçekleştirdik Malatya İnönü Üniversitesi Oda Orkestrası ile.
İsmet Paşa’nın çellosu ile, onun anısına, salonun en önündeki vaktiyle Mevhibe hanımefendi ile hiçbir konserde boş bırakmadığı iki koltuğa bakarak çalmak, tarifi olanaksız bir duyguydu.
***
1974 Ankara
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının haftalık olağan konserlerini hiç kaçırmazlardı. Salonun ön orta birinci ve ikinci koltukları Mevhibe – İsmet İnönü çiftine aitti. Eğer herhangi bir nedenle gelememişlerse bu koltuklar boş bırakılır ve hiç kimse oturtulmazdı bu iki koltuğa.
Liseliydik, konser aralarında yanlarına gidip ellerini öpmek, onlarla kısacık sohbet etmek en büyük keyiflerimizdendi.
“Sen ne çalıyorsun evlâdım?”
“Çello öğreniyorum efendim. Öğretmenim Doğan Cangal.”
“Oooo çok severim çelloyu. Doğan bey de çok iyi bir çellist, tanırım kendisini. Bu salonda çok konserini dinledim. Mevhibe bak, çello talebesiymiş. Adın ne senin?”
“Yakup efendim.”
“Çok çalış enstrümanına, ben de heves ettim ama belli bir yaştan sonra olmuyor. Sen çok çalış, iyi bir çellist ol.”
“Peki efendim.”
“Mevhibe, ben heves ettim öğrenemedim. Bizim Erdal’ın boyu, parmakları uzun. Acaba benim çello ile çello derslerine başlatsak mı?”
“Aman saçmalama İsmet. Erdal bilim adamı oldu, çelloyla uğraşacak vakti mi var allaaşkına.”
“Hah hah hah hah. Tamam öyle olsun.”
Kahkahasını hiç unutmam, hâlen kulağımdadır.
İsmet Paşa bana dönüp ellerimi tutuyor.
“Yâkup, enstrümanına çok çalış.”
“Peki efendim.”
“Memleketin umudu sizlersiniz. Çok çalışın.”
On beş yaş heyecanı ile hazırola geçtiğimi anımsıyorum.
“Peki efendim.”
İsmet Paşa’nın çellosu ile, onun anısına, salonun en önündeki, vaktiyle Mevhibe hanımefendi ile hiçbir konserde boş bırakmadığı iki koltuğa bakarak çalmak, tarifi olanaksız bir duyguydu. (…)