Deniz şehrinin birinde Üniversite öğrenimini tamamlamak için orada dört yıl bulunan bir öğrenci, hayatın çoğu zaman gizli sırları ile karşı karşıya kalmayı severmiş.
Nice kalabalıkların aksine, yüzeysel yaşamlara aldırmaz, derinlikli bir hayat felsefesinin peşinden koşarmış.
Hayat bu olsa gerek ki, pek çok ilginç konuda yuvarlanır ve ayağının dibine gelirmiş.
Yine bir gün denizi seyredip, martıların ahenkle dans ettiği yağmurlu bir günde, perme perişan yarı sarhoş halde kenarda oturan bir adam dikkatini çekmiş.
Saçı sakalı dağınık, etrafta olup biten koşuşturmalara aldırmayan hata bütün yaşananlara alaysı tebessümler gönderen biri.
Gel zaman git zaman ara ara onunla konuşup, dostluğun ilk halkasını aralamaya başlamışlar.
Hatta bazı zamanlar, dağınık bir hayatı da taşıyarak zihninde, tiyatroya oyunları bile izlemeye gelmeye başlamış.
Söz vaktinde açılır sözü hesabınca o genç, içini kurcalayan soruları sormak için zaman kollamaya başlamış.
Yine bir gün toplayarak bütün cesaretini soruvermiş o insana:
?Bu perişanlığın, bu dağınıklığın, insanlardan kaçmanın sebebi nedir demiş?
Belki de bu soruyu soracağını bilmiş olacak ki, kaçmak istemiş ama genç bırakmamış.
Demiş ki o adam? yirmi yıl önce birine tutulmuştum, kader değilmiş olmadı?
?Ne adını dile düşürdüm, ne de bir daha karşısına çıktım? demiş?
?Bu halimi matem sanma. Ona ulaşamamanın matemi değil, huzuru? demiş.
Söz bitmiş genç yutkunmuş. On ciltlik bir kitabın öğretemediğini bir cümlede öğrenmiş.
İnsanların bir birinin ismini dile düşürmek için yarıştığı, çıkar ilişkileri ve başa kalkmaların alıp başını gittiği barbar dünyada, kalabalıkların anlayamayacağı derin bir felsefeyi o yarı sarhoş insandan öğrenmiş.