KÖY YOLU,KESE KAĞIDI,MEZARLIK KÜREĞİ...

KÖY YOLU,KESE KAĞIDI,MEZARLIK KÜREĞİ...

...

Her ne kadar bozkırın toprakla ittifak ettiği o güzel günlerin havasını içimize çekmeye çalışsak ta, yitirilenler, huzursuzluk veriyordu. Hışırtılı radyodan vazgeçip, CD çalardan açtığım türküler, dinlenen hikâyelerin gerçek sahiplerinin kimler olduğu konusundaki kanaatimi pekiştiriyordu. Yanımda oturan ve şimdilerde Ziraat mühendisi olan dayıoğlu anneme dönerek, benim de duyacağım şekilde, güneşin kusursuz bir umutsuzlukla lekelediği bir tepeye baktı ve dedi ki, “böyle durduklarına bakmayın, gözle görmesek te her an eriyen tepeler, toprağın içine aktıkça; toprağın kokusu değişir. Hele de bir yağmur yağınca, bir tek keklik avcısının duymadığı, birçok kimyasalı barındıran bir kokteyl, bir müthiş koku çıkar: petrikor“

Bildiğim şu; köye giden bu yol; ne kadar değişirse değişsin; toprağa kokusunu veren tepelerin hevesi, saksıları sulamaya devam ediyor. Belki de gidemediğimiz her köy yolunda, bir daha asla dönmek istemeyeceğimiz bir şehri, bütün hatıralarıyla silip “toprak kokulu” bir kır güzellemesi yapıyoruz.

Kıskançlık derdine düşen bir şehirliye arada bir köy yoluna düşüp, iyi gelecek bir ot aramasını tavsiye eden bir şair söylemişti: Tepeleri düşüren toprağın kokusundan bahseden şairlerle, kalem kenti inşa eden şairlerin yolu “toprak kokusu” yüzünden pek kesişmezmiş.

Hayal kentin “suya düşen yıldızlar” kadar uzak yolu; toprak kokulu köylere giriş için pasaport alamazmış…

İpek yolunu baharat yolu olarak tarif edenler, asıl adının ise koku yolu olduğunu söylemişlerdi, bir köy yoluna düşerseniz; toprak kokusu deyip geçmeyin, eminim, bir karıncaya nefes olacak, sudan hafif ne kokular tecrübe edeceksiniz…

 

***

Yakın bir arkadaşımın eniştesi, mahallemizin de abisiydi. Ama onu, en başta, Çarşamba ayakkabısından ve de uzun boyuna boy katan endamından tanıtmalıyım. O yürürken, siyah ayakkabısının üstünü saran paçalı pantolon, ökçesine basan topuğunun önünden salınmanın keyfini yaşasa da, beyaz gömleğini kaplayan siyah ceket ve güzel bir tarakla taranmış saçların hepsi, iki yanı bahçeli evlerin duvarlarında âdete ayrı ayrı poz veriyordu. Birgün mahallenin en güzel yürüyen adamının aklıma hiç gelmeyen bir yeteneğini keşfettim. Kese kâğıdı yapmayı. O iri elleriyle bahçede yığılmış gazeteleri şöyle bir ayıkladı. Gözüm hala ayakkabılarındaydı. Bizi yanına oturttu. İlk ders olarak, yapıştırma harcını öğretti. Pür dikkat, izliyorduk. Düzenli bir katlamayla, israf etmeden, sağlam bir kese kâğıdı yapmak en büyük arzumuzdu. Farkındaydık da. Hiç satılmamış ya da satıldıktan sonra bir biçimde toplanmış gazeteler onun elinde titizlikle kese kâğıtlarına dönüşürken gazete kokusunun, yapıştırıcı kokusuyla nasıl mutluluk kokusuna dönüştüğünün delili, aya çarpan yüzümüzdü. Torbaları yaparken gazete haberleri pek ilgimizi çekmiyordu. Başlıkların, yazıların önemli bir kısmı ya ayrılıyor, ya da mevcut kese kâğıdının içine kıvrılıyordu. Ama o gün ellerimizle ehlileştirdiğimiz gazeteler, bizim için aynı zamanda, güzel bir yolculuğa hazırlanan bir trenin vagonları gibiydi. Dönüp bakıyorum da, bu duygusal bağ, gözüme takılan her yazının okunma gerekliliğini de ortaya çıkarmış. Kim bilir o günden kalan bu alışkanlık, belki de bir borcun ödenmesi gibi.

Bugün her gazeteyi her elime alışımda, nedense kese kâğıdının kokusunu alırım. Doğaya karışma konusunda en istekli nesnenin kese kâğıdı olduğunu söyleyen bir doğabilimcinin de itiraf ettiği gibi, bu torbalardan yapanlar, şehrin bütün güzel kokularına vakıf olmayı da öğrenmişlerdi.

O günleri yad eden mahalle bakkalımızın da dediği gibi, “Kese kâğıtlarında unutulmuş bir dünya” saklıdır. Bugün mahalle bakkallarının sayısı ne kadar az ise, bir bakkala girdiğinde kese kağıdı kokusu alanların sayısı da bir o kadar azdır. Kese kâğıdı yapmak, mahalle kültüründe, usta öğretilerinden sadece birisi. Bu öğretinin kokusu, dün gibi aklımızda. Kese kâğıdı, kültürel nesneler olarak değerlendirilemese de, gazetelerle kokulanan eller, bir mücevher tozuna bulandırılmış gibi parlaktı. Bu basit bir iş gibi gözükse de, parmaklar, sanki piyanoya dokunur gibi zariflik seansına hazırlanırdı. Kısaca, kese kağıdı deyince, gece uykularında bile yaşanan bir çocukluk vakti,gölge vurmuş dağlar kadar ıssız bir zaman gelir akla. Marketlerde poşet yasağının geldiği günlerde, çok uzaklardan gelen koku, kese kâğıdının kokusuydu. Maalesef uzun süreli hissedemedik…

***

Hep aynı sanırdım ölü gömme geleneğini. Karlı Sivas kışlarında; bahar yağmurlarının ağırlaştığı çamurlu topraklarda, yazın kurak toprağında, her ne vakit olursa olsun, mezarlıkta aynı hüzünlü ellerin kokusu siner sanırdım küreklere. Herkes küreği elden ele verirdi. İster garip; ister kalabalık bir ahaliyle uğurlansın fark etmez, ebedi yolculukta, son görev sayılan kürekle toprak atmak, sahibine varacak yolcunun yatağını örtmek gibi hafif bir işti. Oysa bugün mezarlıklar da elden ele o hüzünlü toprağı serme işi değişti. Kürekler artık kürek gibi kokuyor; nere de o eller; küreklerin kokusundan kaçıyor herkes. Artık mezarlığın başına varınca, toprağı eşen mezarlık görevlilerinin toprağı da atmasını istiyoruz ve öylece bakıyoruz birbirimize, belki arkalara kaçıyor, hasta numarası yapıyoruz. El atmadığımız/atamadığımız kürekler sayesinde huzursuz bir mekâna dönüşüyor mezarlık başı. Eşenler yabancı gibi dururken; biz bir dostu dost gibi; bir yakını yakın gibi uğurlayamıyoruz. Lütfen kürekler, yine birbirini vefalı sıkan ellerimiz gibi koksun. Mezarlık küreği deyip geçmeyin, son kez uzatılan vefalı ellerimizin kokusunu ölülerimiz alır…

UĞUR TUZTAŞI/BİZİM SİVAS



Anahtar Kelimeler: KAĞIDI MEZARLIK KÜREĞİ...