Tarih: 10.10.2023 20:07

Kudüs, Mescid-i Aksa

Facebook Twitter Linked-in

Kudüs, Mescid-i Aksa İlk Kıble Meselesi ve Filistin Sorunu

Kudüs tarihin en eski ve binlerce yıllık bir geçmişe sahip şehirlerinden birisidir. Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış,  tarihteki önemi asla azalmayan ve değerini günümüze kadar taşımayı başaran nadir şehirlerden birisidir. Stratejik öneminin yanı sıra dini bir merkez olmasıyla da ön plana çıkmıştır.

Kudüs'ün İbranice en eski adı ‘Yeruşalim’dir. ‘Daru’s-selam/Barış yurdu’ demektir. ‘el Kuds’ veya ‘Kuds’ü-şerif’ adıyla ilk kez Memluklular zamanında anılmaya başlanmıştır. Araplar şehir fethedilinceye kadar buraya İlya veya Medinet’ü Beyti’l Mukaddes diyorlardı. Bu şehirde Hz Peygamber’in zamanında Mescid-i Aksa diye bir mescid yoktur. Bu günkü mescidin yerindeki Beyt-i Makdis ise Roma Valisi Titus tarafından Müslümanlıktan tam beş yüz sene önce yakılıp-yıkılmış ve yeri Hıristiyanlar tarafından çöplük haline getirilmişti. İslam ordusu burayı fethettiğinde de çöplük halindeydi. Hz Ömer ordunun namaz kılması için, Süleyman Mabedi’nden kalan duvarların olduğu alanını temizletmiş ve tahta taraba ile üzerini kapatarak bir namazgâh yapmıştır. Hz Ömer, Hıristiyanların namazları kilisede kılma davetine rağmen, ileride namaz kıldığı kilisenin camiye dönüştürülmesine yol olur kaygısı ile bu daveti kabul etmemiş, Hıristiyan mabetlerine de dokunmamıştır.

Kudüs dinler tarihi açısından önemli bir şehirdir. Zira o coğrafya pek çok peygambere ev sahipliği yapmıştır. Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlığı temsil eden bir mekândır. Bu dinlere ait pek çok dinî motifi barındırır.  

Filistin sorunu, diğer bir ifade ile Kudüs sorunu dinî bir mahiyeti olmakla beraber siyasi yönü daha ağır basan bir sorundur. Filistin’in kaybı,  yüz yıldır bir türlü kabullenemediğimiz sinede bir yaradır. Bunun en mühim nedeni Yahudiler karşısında kaybetmek ve oradaki Müslümanlara Siyonistlerin kelimenin tam anlamıyla zulmetmesidir. Bununla beraber, Filistin sorununun Türkiye boyutu tuhaf ve bir o kadar da dramatiktir. 1948 de İsrail devleti kurulduğunda, zamanın iktidarı, adeta dört yüz yıl idare ettiği ve gerçek sulhun hâkim olduğu, kendi toprağının kaybedilmesine adeta sevinmiş ve Siyonist devleti ilk tanıyan ülkeler arasında yerini almıştır.  

Filistin çözümü bağlamında Selahattin Eyyubî’nin Kudüs’ü fethetmeden önce, yirmi yıl İslam ülkeleri arasındaki ihtilafları halletmek için uğraştığı ve ümmet bilincini oluşturduktan sonra işe başladığı gerçeğinden hareketle bu gün işimizin çok daha zor olduğunu söyleyebiliriz. Batı dünyasının Siyonist Devlete kayıtsız şartsız desteği karşısında parça parça olmuş İslam dünyası ortak meselelerine sahip çıkamıyor. Çünkü kendi özel çıkarlarına odaklanmış yönetimler iş başında.

1969 yılında Kudüs’teki el Aksâ mescidinin bir Yahudi tarafından kundaklanması girişimi üzerine kurulan  İslam İşbirliği Teşkilatı”nın o tarihten bugüne kadar Kudüs sorununu çözme yolunda hemen hiçbir önemli icraatı olmamıştır. Diğer taraftan 20 yıl öncesine göre bugün Filistin hem gündemin ilk sırasında değil hem de İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) Olağanüstü İstanbul Toplantısına katılım profilinden hareketle artık birlikten de söz edilemez. 

İslam ülkeleri bu halleri ile ekonomik acıdan güçsüzlükleri; siyasi, idari, hukuki yapıları ile sadece bağırmak, çağırmaktan, hamasetten öte bir şey yapamazlar. Haddimizi, hududumuzu ve gücümüzü bilelim. Siyasetin gazına gelmeden akıllı ve makul işler yapalım. Hepsinden önemlisi de Müslümanlar kendi yurtlarını daru’s selam/esenlik yurdu yapmadan/yapamadan Kudüs’ü nasıl sulh ve selamete kavuşturacaklar? İşe önce kendi evimizden başlamak gerekir. İslâm dünyası Moğol ve Haçlı saldırılarından bu yana hiç bir dönemde, bu kadar çaresiz, bu kadar perişan, bu kadar kaotik durumda olmamıştı.

Filistin sorunu tek başına Filistinli gençlerin zayıf omuzlarının kaldıramayacağı ağırlıkta bir sorundur. Sadece onların çözemeyeceği ve üstesinden gelemeyeceği kadar büyük bir davadır! Buna rağmen Filistinliler toprakları için, canları pahasına, yıllardır savaşıyorlar. Çünkü Stratejik olarak Filistin, "terk edilebilecek" bir coğrafya değildir.  Zira Ön Asya’nın kapısıdır, oraya egemen olan, Ön Asya'nın tamamına hâkim olur.  Bütün bunlardan daha önemlisi ise; Arz-ı Mevdud yalanının merkezi olmasıdır. Yahudi işgal ve yayılmasının gerekçesidir. Bu bağlamda Filistin için, özellikle Kudüs için ne pahasına olursa olsun savaşmak farzdır. Buna rağmen Arap İsrail yakınlaşmasından sonra “Siyonizme karşı mücadele etmek haramdır, Kudüs konusu Filistinlilerin konusudur.” söylemleri duyular odu.   Hatta Filistin’i yalnızlaştırmaya matuf ve Siyonizm’i haklı göstermek için; “Orası Musevilerin üç bin yıllık vatanıdır ve onlar vatanlarını savunuyorlar, onlara saldıran ise Filistinlilerdir” diye beyanatlar da duyduk.

Dünyaya ağır fatura ödeten ve ödetmeye devam eden Siyonistler, kuklaları marifetiyle emellerini gerçekleştirmek için ileri karakolu mesabesindeki Arap ülkelerini kullanıyorlar.  Müslümanların içinde bulunduğu aymazlığı ve güçsüzlüğü daha derin sorunlara dönüştürmek için her yolu deniyorlar. Duamız o ki;  bu ihanetler Müslümanların gerçek düşmanlarını, işbirlikçilerini ve hainleri tanımalarına ve ona göre pozisyon almalarına vesile olur.

 İlk Kıble Meselesi

Kudüs Müslümanların ilk kıblesi değildir. İlk kıble de sonraki kıble de Kâbe’dir. Bunun en güçlü delili ve belgesi Bakara suresinin 144. Ayetidir. “Peygambere uyanı, topuğu üzerinde geriye dönenden ayıralım diye, senin eskiden yöneldiğin Kâbe'yi kıble yaptık.”  Olay bu kadar net ve açık iken başka söze gerek yok ama konuyu namaz vakitleri ile ilgili ayetlerle de açıklamak mümkün. Söz konusu ayetlerden bir tanesi şudur: “Onların söylediklerine sabret! Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini övgü ile tesbih et/namaz kıl! Gece saatlerinde de O'nu övgü ile tesbih et/namaz kıl! Gündüzün belli vakitlerinde buna devam et ki mutlu olasın!” (20/Ta-Ha: 130).  Bu ayet namaz vakitlerini en ayrıntılı ve açık bir şekilde haber veren ayettir. Ta-Ha Suresi Mekkî bir suredir. Şu halde Hz Peygamber ve arkadaşları Medine’ye hicretten önce de namaz kılıyorlardı ve namazlarında da Kâbe’ye yöneliyorlardı. Yine Mekkî olan ve namaz vakitlerinden bahseden:  “Güneşin sarkmasından gecenin kararmasına (yatsı vaktine) kadar namaz kıl ve uzunca Kur'an okunan sabah namazını da unutma. Çünkü sabah Kur'an okuması görülecek şeydir” (17/İsra 78). Ve “Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın saatlerde namaz kıl. İyilikler kötülükleri giderir. İşte bu, Allah'ı ananlara bir öğüttür.” (11/Hud: 114), ayetleri üzerinden bir okuma yaparsak namazların Kâbe’ye doğru kılındığını rahatlıkla söyleyebiliriz. 

Hz Peygamber’in nübüvvetten evvel, sabah ve akşam olmak üzere günde iki vakit namaz kıldığını kaynaklar bize söylüyor. Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı gibi Mekke döneminde ve hicretten evvel Müslümanların namaz kıldığı ve kıble olarak Kâbe’ye yöneldikleri de bir gerçek. Şu halde Müslümanların Hicretten sonra, bir müddet namazlarda Kudüs’e doğru yönelmiş olması, ilk kıblenin Kudüs olduğu anlamına gelmemektedir. Şu halde Kudüs Müslümanların "ilk kıblesi" değil, "geçici kıble"sidir. İlk ve "Değişmez Kıble" Hicret öncesinde de namaz için yönelinen Kâbe'dir.  

Peygamberimiz Medine’ye hicret edince, Namazı ikame ederken, belki, Yahudilerin gönlünü kazanmak en azından şerlerinden emin olmak ve Yahudileri Müslümanlığa ısındırmak için onların kıblesi olan Kudüs’e doğru yöneldi. Ayrıca Muharrem ayında aşure orucu tutup, onların şeriatlarına göre hükümler verdi. Anlaşılan bu strateji çok işe yaramadı. Yahudiler Hz Peygamber’e ihanet ettiler. Verdikleri sözleri tutmadılar, anlaşmaları ihlal ettiler. Yahudiler, İslam’a ısınması bir yana, bu işten dolayı şımarıklık gösteriyorlar ve “Muhammed ve arkadaşları kıblenin neresi olduğunu bilmiyorlardı onlara biz yol gösterdik” şeklinde küstahça alay ediyorlardı. On altı - on yedi ay devam eden bu olaydan bir netice alınamayacağı anlaşılınca, Hz Peygamber de Yahudilere karşı stratejisini değiştirdi. Yönünü/kıblesini Kudüs’ten Mekke’ye çevirmeyi istedi. Allah da onun isteğine uygun ayetler indirdi.   

Durum bu minval üzereyken, Bedir savaşının iki ay öncesinde, bir öğlen veya ilkindi namazı edasında, Peygamberimizin gönlünden geçeni müjdeleyen; Biz, yüzünü göğe doğru çevirdiğini görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Harâm'a doğru çevir. Siz de hepiniz, nerede olursanız olunuz, yüzlerinizi o tarafa doğru çeviriniz. Şüphesiz kitap ehli, Peygamberin, Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilir. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir” (2/ Bakara: 144), ayeti nazil oldu. Bunun üzerine namazın bitmesi beklenmeden Kâbe’ye dönüldü. Bu gün bu olayın gerçekleştiği mescid, “mescidu’l kıbleteyn” (iki kıbleli mescid) olarak bilinir. Kıblenin tekrar Kâbe’ye çevrilmesi, “Bazı beyinsiz insanlar, “Şimdiye kadar uydukları kıbleden onları vazgeçiren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da batı da Allah'ındır; O, dileyeni doğru yola iletir” (2/bakara: 142), ayetinden de anlaşılacağı gibi Yahudilerin canını sıkmış ama yerinden - yurdundan sürgün edilen Müslümanları mutlu etmiş, arzuları yerine gelmiştir.

Kudüs’ün Kutsallaştırılmasının Ardındaki Siyasi Maksatlar

Müslümanlar açısından Kudüs fethinden sonra, Abdullah bin Zübeyr’in Hicaz bölgesinde kurduğu devlete kadar sıradan bir şehirdi.  Abdülmelik bin Mervan, Mekke’de halifeliğini ilân eden Abdullah bin Zübeyr ile girdiği politik mücadelede bir taktik olarak, Hz Ömer tarafından inşa edilen basit bir yapının yerine, Hz Peygamberin vefatından 60 sene sonra, Mekke’deki Mescid-i Haram’a nazire olsun diye “Mescid-i Aksa”yı inşa etmiştir.   Zührî gibi hadisçilere de Kur’an’da bahsi geçen Mescid-i Aksa’nın, bu mescit olduğunu söylettirerek ve "Üç mescid (Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksa) için ziyaret yapılır" şeklinde bir hadis de uydurularak bu camiye kutsal bir hüviyet kazandırılmıştır. O günden bu yana tüm Müslümanlar bunu böyle kabul etmişler, “Mescid-i Aksa” dendiğinde Kudüs akla gelir olmuştur.

Mervan zamanında hem “Kubbetü’s-Sahra”nın yapılması, hem de basit bir yapı olan Hz Ömer’in Süleyman Mabedi kalıntıların üstüne inşa ettiği mescidin görkemli bir şekilde yeniden inşa edilerek Mescid-i Aksa isminin verilmesi o dönemdeki siyasi olaylarla yakından ilgilidir. Tarihi kaynaklar, Kubbetü’s-Sahra’yı Kral Abdülmelik’in Müslümanların Hac için Mekke yerine Kudüs’e gitmesi için yaptırdığını söylerler. Emevilere karşı ayaklanan Abdullah b. Zübeyr, Mekke ve Medine’nin yönetimini 15 sene elinde tutmuştur. Abdullah’ın hilafeti döneminde Emevi halifeleri hacca giden Müslümanların siyasi rakipleri Abdullah’a biat etmelerinden korkuyorlardı. Bu korkularından hareketle hacıların Mekke’ye gitmemesi için Kudüs’ü Mekke’ye alternatif olarak düşündüler

Mekke ve Medine gibi tarihi öneme haiz iki şehri ve buralardaki mescitleri elinde bulundurup Şam’daki Emevi halifeliğine karşı mücadele eden sahabeden Abdullah b. Zübeyr, çok etkili ve fasih konuşuyordu. Hac zamanında Abdülmelik’i lanetleyip, insanları kendisine bey’ata davet ediyordu. Bu gayretin neticesi olarak Şamlıların büyük çoğunluğu da ona meylettiler. Abdülmelik bin Mervan, bunu duyunca insanların hacca gitmelerini yasakladı. Hacca gitmelerine müsaade edilmeyen insanlar ona kızdılar. Bundan sıkıntı duymaya başladılar. 

 

Bunun üzerine Abdülmelik harekete geçip, Mekke’de kendisine karşı halifeliğini ilân eden Abdullah ile girdiği politik mücadelede bir taktik olarak, Miraç anlatısında Hz Peygamberin üzerine basarak yolculuğa başladığına inanılan “Hacer-i Muallâk”(Havada duran taş)’ın üzerine “Kubbetü’s Sahra”yı yapmaya karar verdi. Bu sayede insanlar hacca gitmekten vaz geçsinler ve gönüllerini Kudüs’e yöneltsinler istiyordu. Nihayet insanlar inşaatın tamamlanmasından sonra Kudüs’e gidip kayanın etrafında, tıpkı Kâbe’nin etrafında tavaf eder gibi dönüp tavaf etmeye başladılar. Nitekim Zübeyr’in hükümdarlığı sona erene kadar, tam on beş sene Şam Hacıları Kubbet’üs Sahra'da tavaf yapmış, Mescid-i Aksa'da da vakfeye durmuşlardır.  “Hacer’ül-Esved” yerine de, Yahudi geleneğinde Süleyman Mabedi temelinin köşe taşı ve dünyanın tam ortasında bulunduğuna inanılan “Hacer-i Muallâk”  ikame edilmiştir. 

Abdülmelik’in siyasi emelleri uğuruna Kudüs kutsallaştırılmış ve burada inşa edilen mescide Kur’an’da geçen Mescid-i Aksa ismi verilerek, Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebî’nin yanı sıra üçüncü kutsal mescid olarak ilan edilmiştir. Tüm bu argümanlar Emevî saltanatının meşruiyetini ve devamını sağlamak için kullanılmıştır.

Ömer Camii” diye de bilinen Kubbet’üs Sahra, bilinen hiç bir cami mimarisine benzemez. Sekizgen olup, etrafı meydan olarak düzenlenmiştir. Mekke ve Medine’ye gitmesi istenmeyen hacılar, hac tavafını bu mescidin içinde veya dışında yapacak şekilde tasarlanmıştır. 

Abdülmelik bin Mervan Müslümanların hac için Kâbe’ye gitmelerini yasaklayınca oluşan memnuniyetsizliği gidermek ve insanları yatıştırmak için Kudüs’ün hac mekânı olarak benimsetilmesi noktasında başta İsra ve Miraç’la ilgili uydurulmuş hadisleri kullanmış ve bu konuda etrafına topladığı saray ulemasından da yardım almıştır. İnsanlar Hac için Mekke’ye gitmekte ısrar edince; ”Namaz ve ibadet için hiçbir mescide sefer edilmesi doğru değildir. Sevap umarak yalnız şu üç mescide sefer edilir; Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa” tarzında hadislerin onun zamanında uydurulduğu veya “Mescid-i Aksa” ibaresinin rivayete eklendiği kuvvetle muhtemeldir.

Süleyman Ateş’in İbn Kesîr’den naklettiğine göre: “İnsanlar Kudüs’e gidip Hacer-i Muallâk’ın etrafında, tıpkı Kâbe’yi tavaf eder gibi dönüp tavaf etmeye başladılar. Böylece insanlara Mescid-i Haram yerine, Beyt’ül-Makdis’i, Kâbe yerine de Hz Peygamberin Mirac’a çıktığı bu kayayı ziyaret edebilecekleri söylenmiş ve bu kayanın üzeri ipek örtüler ile örtülmüştür. Kudüs hacıları Bayram gününde orada kurbanlarını kesip, saçlarını tıraş etmişlerdir. 

Kubbetü's Sahra'yı çok güzel inşa ettiler. Orayı renkli mermerlerle döşediler, hizmetçiler tahsis ettiler, çeşitli kokular, miski amber ve safranlar saçtılar. Çok masraf yapıyorlar, geceleyin kubbeyi ve mescidi buhurlarla tütsülüyorlardı. Altın ve gümüşten kandiller ve zincirler asarak orayı süslediler. Buhurları tütsüledikleri zaman kokusu uzak mesafeden hissediliyordu. Burayı ziyaret eden bir kimse dönüp memleketine vardığında kendisinden günlerce misk, tütsü ve güzel kokular yayılıyordu ve onun Mescid-i Aksa’daki kayalığa gittiği ve Kudüs’ten geldiği anlaşılıyordu. Mescid-i Aksa’da çok sayıda hizmetçi ve kayyum vardı. O gün yeryüzünde ondan daha güzel bir bina ve kayalığın üzerindeki kubbeden daha göz alıcı bir kubbe yoktu. Öyle ki insanlar, Ka’be’ye haccetmeye gitmeyip oraya gelmeye başladılar. Hac mevsiminde ve diğer zamanlarda Mescid-i Aksa’dan başka bir yere gitmez oldular.

Abdülmelik ve adamları, Mescid-i Aksa’da ve kayalığın kubbesine ahiret manzaralarını çağrıştıran işaretler ve semboller koydular. Sırat köprüsünün, Cennet kapısının, Rasülullah’ın ayağının ve Cehennem vadisinin tasvir ve resimlerini Mescid-i Aksa’nın kapılarına ve birçok yerine yaptılar. Böylece insanlar aldandılar.” 

İbn-i Teymiye; peygamberin üzerine basıp, göğe çıktığı söylenen bu kayanın üzerinin sahabe ve tabiûn devrinde hep açık kaldığını, Abdülmelik’in insanları Mekke ve Medine’ye gitmelerini önlemek amacıyla, bu taşa ve üzerindeki mabede ziyareti teşvik ettiğini söyler. “İnsanlar hükümdarlarının dini üzeredir” sözünü tasdik eder biçimde, insanların o günden bugüne bu taşa ve üzerindeki Kubbetü’s-Sahra mabedine saygı gösterdiklerini, bu arada halkın ilgisini daha da arttırmak için bu mevzudaki Yahudi masallarını yayan kimselerin türediğinden dert yanar. (Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak Mekke Yılları, s.170)

Müslümanlık açısından Kudüs'ün fethedilen diğer şehirlerden ve Mescidi Aksa'nın diğer camilerden hiç bir farkı yoktur. Olmamalıdır da. Tekrarda fayda var. Bu cami, Abdülmelik bin Mervan’ın Kâbe'ye alternatif olarak yaptırdığı bir camidir. Burası İsra Suresinde anılan ve Miraç anlatısıyla da ilişkilendirilen bir mekân değildir.  Zira İsra olayı cereyan ettiği zaman Kudüs, Süleyman Mabedi de dâhil harap bir şehirdir. Mescidi Aksa diye de bir cami yoktur. Bu yer o vakitler çöplük halindedir.  Kur'an'da geçen Mescidi Aksa ise, Bir kısım ilim adamına göre, Mekke’ye 8 mil uzaklıkta Cirane vadisindeki küçük bir mescittir. 

Emevi halifesi Abdülmelik’in siyasi amaçları uğuruna Kur’an’daki bir ayet ve uydurulmuş birçok hadis kullanılarak, -bazı hadisler de uydurtarak- Kudüs kutsallaştırılmış ve burada inşa edilen mescide Kur’an’da geçen bir mescit ismi verilerek, Mesci-i Haram ve Mescid-i Nebi’nin yanı sıra İslam’ın üçüncü kutsal mescidi olarak ilan edilmiştir. Tüm bunlar Abdülmelik’in iktidarını meşrulaştırmak veya Emevî saltanatının devamını sağlamak için kullandığı argümanlardır. 

 Sonuç 

Kudüs için sözün bittiği noktadayız. Küresel güçler ne tür provakasyonların çıkacağını tam olarak kestiremediğimiz hemen her gün değişik projeler sahneye koyuyor.  Devletin ve siyasi erkin görevi ve toplumun beklentisi, hiçbir aşırılığa ve hamasete fırsat vermeksizin içinde diplomasinin de yer aldığı hemen her yolla sorunu çözmeye çalışmaktır. Ma’şeri vicdanı“Kudüs bizim neyimiz olur?” sorusuyla buluşturmanın yolu insan yetiştirme düzeniyle ilgilidir. Toplumun gazını almaya matuf hamaset uzun vadede duyarlılıkların heba edilmesine sebep olmamalı. 

 Necdet Subaşı’nın isabetle ifade ettiği gibi; “Bugün âlimlerimize, aydınlarımıza, entelektüellerimize düşen görev sıra dışı ilgileriyle gerçekleştirdikleri muhasebenin bir sonucu olarak kalpleri Kudüs için çarpan büyük milletin bu enerjisini iç etmek değil, bu enerjiyi hemen her türden çirkin bir müdahale dilinden kurtarmanın yolunu bulmaktır. Hepimiz birden bağırabilir, hepimiz birden çığlık atabiliriz; ama arş-ı âlâyı titretecek sesin ne kadarının kalple, ne kadarının akılla ve tabii ki ne kadarının vicdanla ilgili olduğunu da bilmek gerekir. 

Kudüs üzerine titrediğimiz bir şehir. Bağdat’ın sadece Bağdat, Şam’ın sadece Şam olmadığını bilen bu millet Kudüs’ün ne olduğunu haydi haydi bilir. O halde karar vericiler, sorumluluk mevkiinde olanlar teenniyi, sabrı, soğukkanlılığı, murakabeyi, diplomasiyi dikkate alarak bizi meydanlarda ve sanal mecralarda yorup tüketmek yerine sağlıklı ve uygulanabilir önerileriyle yol göstermelidirler.”

Filistin topraklarında hem Yahudiler, hem de Filistinli Müslümanlar Kudüs’ün ve mabetlerinin kutsallığından hareketle yıllardır savaş halinde yaşamaktadırlar. Siyonist rejimin buradaki zulmü ve Filistinlilere uyguladığı şiddetli baskılar dayanılacak türden değil. Filistinli Müslümanlar kendilerine uygulanan İsrail zulmüne karşı çıkma ve atalarından devraldıkları topraklarda özgürce yaşama hakkına sahip oldukları için son derece haklıdır ama kutsalların zannedildiği gibi kutsal olmadığının anlaşılması, bunların tarihte siyasi veya farklı amaçlarla uydurulan mitlerden ibaret olduğunun hakkının teslim edilmesi gerekir. 

Filistin’in işgali dünyada çözülmesi gereken en acil sorunlardan biridir. Senelerdir soykırıma maruz kalınmasının ve binlerce insan kaybının yanı sıra milyonlarca Filistinlinin de mülteci konumunda olması da işin cabası. Huzur ve istikrar, bu coğrafyanın çocukları olarak hepimizin rüyasıdır. Kudüs ise Filistin’in ötesinde anlamlar taşıyan bir şehirdir

Bir mücadele, sırf hasım güçlü olduğu için kaybedilmez. Mücadele için gücünü milletinden alan bir devlettin, dirlik ve birliğin olması gerekir. Bu bağlamda Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi’nin “Dostlarıyla uğraşanlar, düşmanlarını yenemez.” sözünü aklından çıkarmamak gerekir. Gerek Filistin halkının gerek İslam dünyasının birbiriyle uğraşmayı ve birbirini zayıf düşürmeyi bırakıp, bütün enerjilerini Kudüs’ün işgalden kurtarılmasına teksif etmeleri gerekir.

Mücadelemizde Hz Peygamberi örnek alıp, tıpkı Onun gibi emin, dürüst, adil ve çalışkan olmalıyız. Kudüs’ü ancak her şeyi ile topluma/dünyaya örnek olan insanlar kurtarabilir. O insanın nasıl olacağını tüm dünyaya göstermeliyiz. Duygularımızla hareket etmek yerine aklımızı kullanmalıyız. Üniversitelerimizin araştırma merkezlerinde, bağımsız enstitülerde bilgi üretip, teknoloji açığımızı gidermeliyiz.   

Ahmet Albayrak Hocanın ifadesiyle, Kudüs ve Mekke’nin kurtuluşu için aklı başında çocuklar yetiştirmek gerekir. Yüz anne baba böyle çocuk yetiştirse, bunların arasından bir Selahaddin Eyyubî çıkar. Yeter ki bu ümmet çocuk büyütme ile yetiştirme arasındaki farkı kavrasın. İnsanın, soruyla, inatla, direnişle, acıyla, aşkla, çileyle yetişeceğini görsün. Bizim Kudüs edebiyatına değil, çocuk edebiyatına ihtiyacımız var.

 Kudüs sadece Müslümanların değil, tüm insanlığın ortak sorunudur. Hıristiyanları, Siyonist olmayan insaflı Yahudileri de yanımıza çekmek ve ortak platformlar marifetiyle, sorunu uluslararası zemine taşımak gerekir. İletişim çağında, sesini duyurmak için sadece slogan atmakla kalmayıp,  dünya çapında etkili iletişim araçlarına sahip olmamız iktiza eder. Bunun içinde uluslararası etkiye sahip televizyonlar, gazeteler, ajanslar, sosyal medya markaları oluşturmamız gerekir

Kudüs sadece dini bir mekân değil aynı zamanda insanlığın ortak kültür hazinesidir. Buradaki tarihi eserleri, yapıları ve kültür mirasını iyi öğrenmek, bunların İsrail tarafından nasıl tahrip edildiğini dünyaya anlatmak, BM’yi, UNESCO’yu etkili bir bicimde harekete geçirmek gerekir.

İslam ülkelerinin yöneticilerini birleşmeye, ortak tavır almaya, birlikte hareket etmeye ikna yolları aranmalıdır. İktidarlar birleşmiyorsa, sivil toplum örgütleri marifetiyle Müslümanların birleştirmesinin çaresine bakılmalıdır. Bütün gücümüzle ve meşru araçlarla mücadelemizi sürdürürken şiddete meyletmemeye, hukuki zeminde kalmaya özen gösterilmelidir. Zira şiddet marjinalleştirir ve düşmanı meşrulaştırır. Ne yazık ki Müslüman ülkeleri yönetenler bu sosyolojik taleplere cevap vermek yerine başka arayışların içindeler. 

“Kudüs kurtarılmayı bekliyor değil, bizi kurtuluşa davet ediyor. Uyuşuk köleler gibi sinirleri ve iradesi alınmış haysiyetsiz kişilikten kendi iradesine sahip çıkıp bir özne, bir fail olmaya davet ediyor. Kudüs kurtarılmaktan ziyade içinde bulunduğu durumla bizi kurtuluşa davet ediyor.” Ancak aşağıdaki anekdotta görüleceği gibi; Siyonist İsrail, tüm dünya ve Filistin için bir patolojidir. Bununla başa çıkmazsak bu patoloji hepimize bulacaktır. Çünkü bulaşıcı bir karaktere sahiptir. 

Başı Kipalı müfettişler bir Yahudi İlkokulunu teftiş ediyorlar. Öğretmen öğrencilere soruyor ve öğrenciler de hep bir ağızdan cevap veriyor. 

-Süleyman Tapınağı'na inanıyor musunuz? 

-İnanıyoruz. 

-Tapınak nerede inşa edilecek? 

-Mescidi Aksa’da. 

-Mescidi Aksa ne olacak? 

-Yıkılacak. 

-Kudüs ne olacak? 

-Tamamen Yahudi. Araplar ya ölecek ya köle olacak. 

Müfettişler; "Ne güzel hepsini öğrenmişler." diye memnuniyetlerini ifade ediyorlar.

Bu tür bir hastalıklı düşünceye sahip olan Siyonistlerden, “Kudüs meselesinin çözümünde insaf ve izan beklemek boşunadır.” Onların anladığı lisan güçtür/savaştır. Bu bağlamda zamanını kestiremem ama meselenin kesin çözümü için, Türküye-İsrail savaşı kaçınılmazdır. 

 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —