Yeni çıkan kitabımın adını verdiğim bu yazımda, kitabımda ele aldığım bazı meselelere değineceğim.
Dinsel çağ, reformasyon, Rönesans, aydınlanma, modern çağ şeklinde sıralanan tarihsel dönemlerden, modern dönemdeyiz ve böylece bizler modernleriz.
Bazıları, modern dönemin de bittiğini, artık postmodern dönemde bulunduğumuzu söylüyor. Önceden bu görüşe katılmıyordum, fakat şimdi katılıyor gibiyim. Ama postmodern dönemde, yeni bir dönemin işaretlerini de görür gibiyim. Bu işaretler, yeni bir dinsel döneme aittir. Acaba tarihin başından bu yana sarkaç, dinsel olanla nihilistik olan arasında sallanıp duruyor mu?
Bize ait sallanımda, dinsel olan hakim iken, Tanrı?nın koyduğu kurala uyarım anlayışı esastı. Reformasyonla birlikte, kuralı ben koyarım anlayışı doğmaya başladı ve modern çağda, kuralı ben koyarım anlayışı tümüyle hakim oldu. Postmodern çağda ise mutlak kuralların olamayacağı düşünüldü. Bu kuralsızlık döneminde, laik devletlerin meşru olamayan bir zemin üzerinde olduğunu anladık ve bunun için onlardan bir inanç sıçrayışı yapmalarını istiyoruz.
Üful ve özgürlük sorunları vardır ve bu meseleler hakkaniyetlice çözülmeden, laik devletler hep bir meşruiyet tartışmasının içerisinde olacaklardır. Bu tartışma henüz başlamadı gerçi, ama yakında başlayacak gibi gözüküyor.
Ortaçağda Tanrı?nın hakimiyeti altında olan, ve reformasyonla Tanrı?nın yerine gözünü diken; modern döneme gelinince Onun yerini alan insanoğlu, şimdi oturduğu iktidar koltuğunu yeniden Tanrı?ya verecektir. Ama bu kolay olmayacaktır. Belki bunun olması, Mehdi eliyle Tanrı?nın tarihe müdahale etmesine bakar. Gerçi üful ve özgürlük problemleri, laik devletleri teokratik devletlere dönüşmeye zorlar, ama bu efendilerin dört dörtlük dindarlara dönüşeceğinin garantisini vermez, onların stili ve karakterleri dikkate alınınca, ikiyüzlü dindarlara dönüşmeleri daha olası gözüküyor. Yani üful ve özgürlük açmazları onlara görünüşte din edindirecektir, fakat başka hesapları dolayısıyla onlar, inkarcı özlerini koruyacaklardır, yani münafıklar olarak karşımıza çıkacaklardır. Bu şartlarda ise onlarla mücadele etmek daha zorlaşacaktır. Onun için Müslümanlar birleşmesini sonuç veren bir tanrısal müdahale kendini gösterecektir. Böylece Müslümanların güçleri birleşince, diğer güç odaklarına üstün gelinecektir. Böyle olmadıkça, Müslümanları temsil eden en güçlü ülke, yeterince güçlü olmadığından, hep bir düşman güç merkezine yakın durmak zorunda kalacaktır, yani ya Batı?yı arkasına alacaktır, ya da örneğin Rusya veya Çin gibi doğulu bir despotik devlete sırtını dayayacaktır. Bunun olmamasının tek yolu Müslümanlar birleşmesi, bu sonuncusunun olma yolu ise, tanrısal müdahale olarak gözüküyor.
Dünyada şu anda hakim olan güçlerin bakış açısına göre, reformasyondan modernliğe dek insanlık aşama aşama gelişmiştir. Ama bizim bakış açımıza göre bu aslında aşama aşama bir gerilemedir. Dinsel dönemin geri gelmesi bir ilerleme olacaktır. Dinsel olan modern olandan geridedir ve tuhaf bir biçimde geride olan daha ileridir. Demek ki modernleşme aslında bir gerilemeydi. Ve dinsel dönemin bir karanlık çağ olarak anlatılması, o çağın, dinsele düşman olanın gözünden bir resmedilmesidir sadece. Ortaçağa yapılan bir karaçalmayla karşı karşıyayız burada. Bunu yapan, ilkin gücü Batı?da ele geçiren ve daha sonra, küreselleşmeyle birlikte dünyaya hakim olan burjuva sınıfıdır.
Burjuvalar, iradelerini sermayenin büyüme mantığına teslim etmiş, parayı en yüksek değer olarak gören dünyaperest kimselerdi. Halen de böyledirler. Kapitalizm onların ahlaksızlığının ekonomik-politik bir ürünüdür. Bu sistem, duygusal ilişkiler yerine çıkar ilişkileri kuran, hırslı, rekabetçi kimseler ister. Ve bütün eğitim ve iletişim olanakları kullanılarak insanlar bu hale getirilmeye çalışılır. İstedikleri de olmuş, çokları bu hale gelmiştir aslında. Böylece insanlar birbirine huzur yerine sıkıntı ve ıstırap veriyordur. Bu ortamda ne burjuvanın kazancını artırıyorsa o çeşitli araçlarla hakim kılınır. Örneğin flört, evliliğe yeğlenir burjuvaca, çünkü flört ilişkileri daha kazançlıdır. Böylece flört hakim kılınmaya çalışılıyordur.
Modernizmin felsefesi materyalizmdir. Burada materyalizm yeğlenmiştir, çünkü bu felsefe haz yaşamını haklılaştırır. Şöyle ki, ölüp yok olacaksan demek ki ölmeden önce alabildiğine zevklenmeli, eğlenmelisindir. Çünkü bunun için elinde tek bir fırsat vardır. Bu fırsatı tepmemelisindir. Bu fırsatı tepmemek isteyen insanlar, azimli bir iş ile mal ve hizmet talibine dönüşürler. Böylece sistemin çalışma ve tüketme problemleri çözülür ve sistem işler.
Burada kadının erkeğe hakim olması da büyük kapitalistlerin kazancını artırdığından yeğlenmiştir. Ama öyle bir tablo çizilir ki, ataerkil bir toplumda yaşadığımızdan şüphe etmeyiz. Bu bir ters görüş oluşturmadır. Böylece kadının oyuncağına dönüşen erkek kendisini kadına hakim sanarak, kuzu gibi yaşayacaktır. Evet, beklenen budur. Ama gerçekte iş böyle yürümez ve pratikte kadınca onuru kırılan erkek tepki olarak kadına şiddet uygular. Böylece şiddet tırmanışta yaygarası hiç bitmez. Şiddet tırmanıştadır gerçekten de, bunun sorumlusu ise çok kazanmaktan başka bir şey düşünmeyen kapitalisttir. Onun kazanç hırsı yüzünden kadın erkeğin şiddetinin kucağına atılmıştır.
Kapitalizmin ataerkil ilişkileri çözdüğü, Marx ve Engels tarafından da görülmüş ve Manifesto?da dile getirilmiştir. Ancak birçok maxist bundan habersiz olacak ki, kadının erkek tarafından baskı altında tutulduğu ve istismar edildiği masalını tekrarlayıp dururlar. Bununla birlikte kadın pratik hayatta egemen olsa da, büyük kapitalistlerin ekserisi erkekse, dünyada erkek egemendir. Bu erkek ise, şeytanlaşmış erkektir. Şeytanlaşmış erkek, kadınla erkek hakkındaki bildiklerini onları sorunsuz bir şekilde bir arada yaşatacak şekilde kullanacak yerde, onların birbirine kan kusturduğu bir durumu hakim kılmıştır. Dünyada kapitalist sistem egemendir. Kapitalist sistemde ise; merkez, çevre ve yarı çevre devletleri vardır. Avrupa ülkeleri ve Amerika, merkez devletleridir. Çin, Brezilya, Rusya gibi devletler, yarı çevre devletleridir. Ülkemiz ise çevre devletleri arasında yer alır. Burada merkez devletler hakim, çevre devletler mahkumdur. Merkez sömürür, çevre ise sömürülür. Yarı çevre devletler de sömürülürler, ama çevre devletlerden daha az? Hatta yarı çevre devletler, çevre devletlerle ilişkilerinde sömüren konumundadırlar. Ayrıca yarı çevre devletler görece bağımsız bir siyaset izleyebilirler. Oysa çevre devletlerin siyaseti tamamıyla merkez güdümlüdür.
Dünyanın ekonomik ve politik manzarası budur. Ama bunu olduğu gibi gören azdır. Böylece dünyadaki devletlerin, biraz az veya biraz çok olmakla birlikte kendi kaderlerini tayin ettiklerine inanılır. Merkez devletler tamamıyla, yarı çevre devletler kısmen kendi kaderini tayin ediyorlardır. Çevre devletler ise tümüyle belirleniyorlardır.
Kapitalist merkez devletler güç birleştirimine gitmişler, böylece iyice güçlenmişlerdir. Oysa çevre devletler darmadağındır. Birleştikçe birleşen Batılı devletlerin aksine, çevre devletler dağıldıkça dağılmış, iyice güçsüzleşmişlerdir. Müslüman çevre devletlerin yapacağı şey, aralarına Batılıların attıkları düşmanlık tohumlarını temizlemek, sonra güç ve imkan birleştirimine gitmektir. Ama bunun olması, merkez devletler tarafından engellenir. Burada çevre devletler hiç kendi hallerine bırakılmazlar. Çevre idareler merkez idarelerce yönetilir ve merkezin yararına, kendi zararlarına bir siyaset izlemek zorunda bırakılırlar. Evet, şimdi postmodern dönemdeyiz. Ama, gelecek bir dinsel dönemi haber veren bazı işaretler vardır ortada. Bize düşen, dinsel dönemin gelişini hızlandırmak için çaba sarf etmek ve gelecek dinsel döneme hazırlanmaktır. Ama bunun için, Wallerstein?in dünya sistemi dediği şeyin iyi anlaşılması gerekiyordur; görünüşe bakmak yerine özü görmek gerekiyordur.