İnsan, daha çok sustuklarındadır bence! Sükûtun derinliklerindedir asıl söylemek istediklerimiz; arzularımız, umutlarımız, öfkelerimiz, aşklarımız… Şiir de öyle. Dizelerin boşluklarında konuşur asıl şair. Onun için şiir, bilinçli bir sükût estetiğidir. Çünkü kimi sözler, havayla temas edince buruşur, kurur ve solar. Bu sebeple en çok da şiir, bir susma, susulacak yeri bilme sanatıdır. Şiir, tam da susulan yerdedir, boşluklarda, es’te. Anlam, asıl oralarda yeşerir, orada gerinir, orada boy atar, özgürce… Sükût, muhataba doğrultulan ama tetiği çekilmeyen bir silaha benzer. İnsana ölümü ve korkuyu en sahici hissettiren bu değil mi?
Ömer Erdem’in son şiir kitabı “Güneş Kalır Bir Başına”yı (Everest Yay., 2021) okurken düşündüm bunları. Çünkü o da daha çok susarak söylüyor… Kitabın son şiiri “önsezi”deki otuz beş yıldır konuşmayan adamla “ağzı olan konuşuyor ya/ camdan kavaktan mikrofondan/ elmanın kabuğundan/ suyun klorundan” (s. 62) diyen şair, dünyanın kirliliğini susarak protesto etme bakımından birbirine benziyor. Tam da burada Cahit Koytak’ın “Yoksullar İçin Bilmem Kaçıncı Tez” şiirindeki;
“Susacağın zaman büyük susarsan, halkım,
Susmasını, ama iyi susmasını, sıkı susmasını,
Ağır susmasını bilebilirsen, halkım,
Sen susunca taştan su sızmaya başlar.
Hırsından ağlamak isteyip de ağlayamayan
Ergenlerin sıkılı yumruğu gibi, taştan şiir
Ve sessizlikten de hakikat sızmaya başlar.”
dizeleri aklıma geldi. Güzel söylemiş: Sessizlikten hakikat sızar…
Susma, doğal olarak kapalılığın işaretidir. Erdem’in şiiri de kapalı. Çünkü bilinçli biçimde boşluklar bırakıyor, istiyor ki o boşlukları okur doldursun, sükûtun derinliklerine insin. “Mana dalgıcı”!... Evet, has okur, mana dalgıcı olmalı.
Ömer’in eserinde asıl şiir, o müphem, kökü derinde ama aks’i dizelerde ışıldayan imgelerde. Örneğin insanın gençliğini tasvir eden; “gençlik bir gökkaldıran portakalı/ dalıp gidip turuncusuna/ yollar dürerdin aşkla bir zaman” (s. 9) dizelerindeki “gökkaldıran portakal” müphem ve içinde birçok anlam barındıran, devingen ve doğurgan bir imge. İnsan, gençlik denen o gökkaldıran portakalın baştan çıkaran turuncusunun peşine takılıp aşkla yollara düşmüyor mu? Hayır, en iyisi şiirdeki gibi “aşkla yollar dürmüyor mu?”… Sonra ölüm! İşte şiir tam da şu dizelerde: “ölüm mü o yaklaşan/ sanırsın dizlerinin dibine yayılmış bir duman” (s. 9). İmge, zekanın ürünü ve bir tür örtme/ susma estetiği bence. Ömer’in şiiri bu örtüsüyle güzel. Okurken insan dizlerinin dibine yayılan o ‘duman’ı hüzünle hissediyor.
Öfkeli ve hüzünlü bir şiir Erdem’inki. Hayat, tatsızlığı, ilişkilerin sahteliği ve kabalığıyla yer yer bir ince şairin şikâyetleri ve sitemleri hâlinde, ama yine susmanın estetiğine uyarak, dizelere yansıyor. Örneğin; “ağaçların çocuk olduklarına inanan kim kaldı” (s. 10) diyor kederle. Sonra da “yumurta tüccarları”, “sırtında küfeyle dolaşanlar” (s. 33), “güneşten habersiz olanlar” (s.36), erken yeşermiş kış otlarına hırlayan “sahipsiz üç beş kara köpek” (s. 42), “altın kilimlerin saçağında düş kuranlar” (s. 47) vb. öfke imgeleri…
Yozlaşan, salt güce tapan, sahte ve inceliklerden uzak bir dünya, flu tablolar hâlinde dizelere vuruyor. Keder ve ironiyle karışık toplumsal eleştiriler ve protest bir dil eşlik ediyor şiirlere. Örneğin çok sert sözler söylüyor “çiçeklerin bile üşüdüğünü düşün[meyen” (s. 46) bir adam, ya da Şemsipaşa Camii’nin önünde “iki kazma” çıkıveriyor önümüze…
Ama her şey fani! Ömer’in şiirlerinde bir bilgenin sesi duyulur yer yer. Örneğin asıl gücün “zayıf olduğunu bilmek ve bunu unutmamak” olduğunu söyler (s. 34). Ve bilir, güneş hep orada, en yüksekte kalır, bir başına, daima… Ve “yaşayamaz ışıksız hiçbir karanlık” (s. 36).
ALATTİN KARACA/KARAR