ORHAN TEPEBAŞ İle Söyleşi...

ORHAN TEPEBAŞ İle Söyleşi...

Orhan Tepebaş: “Şiir rahatsız edici olabilmeli, genel geçer kuralları da esnetebilmeli.”

İlk kitabınız Kadim Kapı 2010 yılında yayımlandı. Bir diğeri olan Eski Liman’ı ise 2019 yılında okuma fırsatı bulduk. İki kitap arasında kimilerine göre uzun denilebilecek bir zaman aralığı mevcut. Bu süreçte şiirden hiç kopmadığınızı, yazmaya devam ederek, dergilerde şiir yayımlamayı sürdürdüğünüzü biliyorum. İlk şiirinizden bugüne şiir anlayışınızda herhangi bir değişim söz konusu oldu mu?

İki kitap arasında dokuz yıl bulunması bence uzun bir zaman değil. Birçok şair için belki uzun görülebilir ancak şiirin çok kolay yazılabileceğini sanmıyorum. Bu tamamen şairin tutumu ile ilgili bir durum. Şiiri, şairin hayatından bağımsız düşünemeyiz. Ruhsal bir gerilim, şiir yazmak için sizi tetikleyen bir duygu durumu yoksa, yazılan şiir sanat değil zanaat olur. Şiir yazmanın gerekçesinin ya şairin hayatı ya da zihninde duygu, düşünce ve tasarımın olgunlaşması sonrası olması gerektiğine inanıyorum. Şiir anlayışımda bir değişme olmadı ama sanırım sözcüklerim değişti. Şiirin az kelime ile çok şey hissettirdiği, gereksiz yüklerden arınmış, sağlam temeller üzerine kurulmuş olmasına dikkat ediyorum. Bu durum sık şiir yazmamı engelliyor. Eski Liman belki de son kitabım.

Eserlerinizi okuduğumuzda öz yaşam öykünüzden kesitlerin yer aldığı görülüyor. Şiirlerinizde kendinizi gizleme taraftarı olmadığınızı düşünüyorum. Bu konuda ne söylersiniz?

Şiir, şairin ve zamanın tanığıdır. Yakın tanıdığım şair bir arkadaş şiir dışında hiçbir şey yazmamıştır. Sebebini sorduğumda “Şiirlerim benim hem günlüklerim hem hikayelerim hem eleştirilerimdir.” demişti.” Kendinden bahsetmemek ince bir iki yüzlülüktür” der Nietsche. Ben okuduğum şairleri merak ediyorum. Kendi adıma okuru merakta bırakmak istemiyorum. Zaten sıra dışı bir hayatım yok.

Yazmak için bir şeylerden uzaklaşma ve yalnız kalma ihtiyacı duyar mısınız? “Yazı Evi” adlı şiirinizde böyle bir anı betimliyorsunuz. Gerçeği yansıtıyor mu bu şiir?

Okumak ya da yazmak için her zaman uygun bir ortam bulamıyorum. Bazen toplu okumalar için kesintisiz zamana ihtiyacım oluyor. Yaz tatilinde köydeki evimizde hem birikmiş okumaları tamamlamak hem de yılın bilançosunu çıkarmak adına geniş zamanlar bulabiliyorum. Boğulmakta olan kişinin, boğulmayı anlatması için kurtulması gerekiyor. Bendeniz de şehir hayatı ve kalabalıklarla uygun takip mesafesini köyde sağlayabiliyorum.

“Eski Liman” şiirinizde konuştuğunuz, içinizi döktüğünüz bir imge olarak karşımıza çıkıyor. Neden “Eski Liman”?

Giresun Limanı’nın bendeki yeri ayrıdır. Hayatımın her döneminde benim için bir sığınak olmuştur. Özellikle üniversitedeyken şiir yazmak, kitap okumak veya bir arkadaşla sohbetler için uzun mendirekte gezer veya bir taşın üzerinde otururdum. Sonra limana fabrika kurdular ve sivil vatandaşların girmesini yasakladılar. İşlenen birkaç suç yasağın bahanesi oldu. Benim yüzlerce hatıram tutuklandı. Mendireğin arka yüzünde çok küçükken yüzmeyi öğrenmiştim. Dergâh Dergisi’nde ilk şiirim yayımlandığı zaman dergi elimde, bir taşın üzerinde şiiri incelemiştim. Balık tuttuğum, şimdi hayatta olmayan arkadaşlarla anılarıma tanıklık eden mekandı. Belki bazıları için bir ayrıntıydı ama Eski Liman benim belleğimdi. Belleğim tutuklandı. “Eski Liman” şiirinin kitap adı olarak altını çizmek istedim.

Şiirin dışında etkin olduğunuz türlerden birisi de eleştiri. Bugüne kadar birçok şair ve eser hakkında yazılar kaleme aldınız. Ayrıca günümüz şiirini de yakından takip ettiğinizi düşünüyorum. Sizce iyi bir şair ve iyi bir okur olmanın ölçütü nedir?

İyi şiirin ve iyi okurun birçok ölçütü var ancak bu ölçütler kişilere göre değişiyor ve bu çok olağan bir durum. Bana göre bir şairi diğer şairlerden ayırt eden özellikler olmalı. Yani şair özgün olmalı. Örneğin Lale Müldür veya Hüseyin Ferhad şiirini bu şairlerden başkası yazamaz. Kendilerine ait bir şiir evrenleri var. Bu durumu önemsiyorum. Herkesin hissedebileceği duyarlılık ile şiir yazmak şiir enflasyonundan başka bir işe yaramaz. Şiir rahatsız edici olabilmeli, genel geçer kuralları da esnetebilmeli. Her yeni, eskiye rağmen gelişir. Eskimeyen kadim değerleri yeni bir söyleyişle ve çağın ruhu ile vermek ise büyük şairlere nasip olan bir durum. Rilke, Hölderlin, Bachmann gibi şairleri okumaktan hiç yorulmadım. Alman şairleri daha çok seviyorum. Yunan şairlerin de bana yakın gelen bir atmosferi var. İsmet Özel şiiri ise Türk şiirinin zirvesi. Süleyman Çobanoğlu ve Ahmet Murat ise her yazdıklarını takip etmeye çalıştığım baş ucu şairlerim.

Okurluğa gelince bir şiir okurunun her şeyden önce ülkenin mevcut şiir seviyesini bilmesi gerekir. Bu ancak nitelikli dergileri izleyerek olur. Yılın yayımlanan kitapları, şiir yıllıkları vs. yılın dökümünü bize genel bir çerçevede çizer. Türkiye’de şiir çok iyi bir seviyede. Hatta diyebilirim ki dünyada pek az ülkede şiir bu kadar ilgi görüyor. Türkçe’nin büyük bir şiir birikimi var. Avrupa’da artık lirik şiir yazılmıyor. Dünyada birçok ülkede şairler şiirlerini sadece bloglarında yayımlıyorlar. Ama ülkemizde hâlâ köklü edebiyat dergileri ve büyük bir şiir havzası var. İyi bir şiir okuru dergi, yıllık, şair takibini iyi yapmalı. Şiir yazıyorsa kendi yazdıklarını diğer şairler ile karşılaştırmalı. Böylece kendini daha iyi tahlil edebilir.

Kimi şairler, şiirin dışında çok farklı türde yazılar kaleme alıyor. Sizce şair tek bir türe bağlı kalmalı mı? Bu durumu olumsuz bir tutum olarak değerlendirebilir miyiz?

Şiirin dışında farklı türlerde yazmak bir olumsuzluk olarak görülmemeli. Ancak her işin çırağı olmaktan bir işin ustası olmayı da ıskalayabiliriz. Bazı şairler birçok alanda boy göstermiş ve hakkını vermişlerdir. Örneğin Sezai Karakoç’un “Edebiyat Yazıları” serisi ve hikayeleri, Cahit Zarifoğlu’nun “Yaşamak” ve hikayeleri, İsmet Özel’in “Şiir Okuma Kılavuzu” gibi. Hakkını verebiliyorsa neden yazmasın?

Edebiyatın yanında sinemaya karşı da ilginiz olduğunu biliyorum. Sinema sizi besliyor mu? Şiirin sinemayla ilişkisi bağlamında neler söyleyebilirsiniz?

Sinema büyük bir imkân. Şiir okurun duygu düşünce ve hayal gücüne seslenir ama sinema buna görüntüyü müziği de katar. Sinema sadece şiiri değil hayatımı da besliyor. Tarkovsky, Angelopulos, Mecid Mecidi, Necef Kamir gibi yönetmelerin yanı sıra Nuri Bilge Ceylan, Üç Maymun sonrası yaptığı filmlerle gerçekten çok iyi ve daha da iyi bir yere doğru ilerliyor.

Günümüzde pek çok örneğini gördüğümüz, katılımcılara şiir yazmanın özendirildiği şiir atölyeleri düzenleniyor.  Siz şiirin öğretilebilecek bir sanat olduğunu düşüyor musunuz?

Düşünmüyorum açıkçası. İçten gelen bir sevgi ve çabanın çok daha sahici sonuçlar vereceğine inanıyorum. Artık kitaba ulaşmak çok kolay. Eskiden şair arkadaşlarla aradığımız kitapları bulmak için Trabzon’a giderdik. Şimdi şair okurun ayağına geliyor. Herkes şair pozlarında şiirler yazarken Ahmet Yesevi Hazretleri bulunduğu beldede şairlerin şiir yazmasını yasaklamış. Bunu doğru bulmayan bir şair itiraz edince kulağına eğilerek “Gerçek şair zaten şiirsiz duramaz. Ben sahte şairleri ayıklamak için bu yasağı koydum.” demiş. Editörlük gereği gelen şiirleri değerlendiriyorum. Şiir gönderen kişi yedi kitabı olduğunu belirtmiş ama bir tek mısrası yok. Artık kitap çıkarmak, şair olarak tanımlanmak çok kolaylaştı. Önemli dergilerde şiiri yayımlanmamış, dergi tecrübesi olmayan, şiir okurunun en azından bir kısmının haberdar olmadığı birine şair diyemiyorum kendi adıma.

Eski Liman kitabınızda “Münacat” ve “Şathiye” başlıklı şiirler yer alıyor. Bu şiirlere dayanarak gelenek ile güçlü bir bağınız olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ben nasılsam şiirim de öyle. Şiirlerimi okumuş olan birinden şöyle bir eleştiri aldım. Neden şiirlerinde hiç şarap, içki yok? Yok çünkü hayatımda onlar yok. Ancak değerli şair Tayyip Atmaca beni geleneksel olmamakla nitelendirmişti. Neye dayanarak bu sonuca vardı bilemiyorum. Merak edip de sormadım. Belki şiirlerimin biçim serbestliği o etkiyi vermiş olabilir. Şiirin, şairine benzemesi bana daha samimi geliyor. Bu soruya kadar kendime hiç böyle bir soru sormamıştım. Planlanmış şiirler değiller ama bir naat yazmak isterim nasip olursa.

Dergâh, Türk Edebiyatı, Türk Dili, Yedi İklim, Hece, Mahalle Mektebi, Şiar ve daha birçok dergide eserler yayımladınız. Son yıllarda da Şiar Dergisi’nde editörlük görevini yerine getiriyorsunuz. Sizin için dergi nedir?

Cemal Süreya’nın ifade ettiği gibi “Edebiyatın atar damarlarıdır.” Her iyi ve büyük şairin hayatında dergi mutfağı tecrübesi mutlaka olmuştur. Dergiler okurdan çok edebiyatçı yetiştirirler. Bu anlamda hayatımda dergiler hep önemli olmuştur. Şiar Dergisi’nde de genç edebiyatçılara yardımcı olmaya çalışıyorum. Bir edebiyatçıya en başta gereken şey ciddiyettir. Dergileri izlemek, ülkenin şiir seviyesini bilmek, usta şairleri etüt ederek okumak, şiirde başat isimleri takip etmek vs. bunların yaptığımız edebiyatın da seviyesini görmemiz açısından bize faydalı olacağını düşünüyorum.

Bir eğitimci olarak Anadolu’nun farklı şehirlerinde öğretmenlik yaptınız? Şu anda da doğduğunuz şehir Giresun’da ikamet ediyorsunuz. Taşrada yaşayan bir şair olmanın verdiği bir eksiklik ya da bir artı değerden bahsedebilir miyiz?

Başkalarına sorarsanız taşrada olmak dedikodu ve kanonik çatışmalardan uzakta sadece işinize odaklanacağınız bir yer. Kendi adıma taşrada olmanın hiçbir olumsuzluğunu yaşamadım. Hiçbir ürünüm editörlerden dönmedi. Artık edebiyatın merkezi yavaş yavaş metropollerden taşraya kayıyor. İletişim alanındaki yenilik ve kolaylıklar taşrayı zor yaşanan bir yer olmaktan çıkardı. Şiar’ın imtiyaz sahibi sevgili şair Serap Kadıoğlu ile bir kere bile yüz yüze gelip tanışamadık ama yaklaşık üç yıldır derginin mutfağında birlikte çalışıyoruz. Yine de Mustafa Kutlu hocamla bir çay içmek, bütün gün kitapçılarda ve sahaflarda kitap incelemek gibi isteklerim yok değil. İstanbul bu yönü ile edebiyatımızın belleği ve cazibe merkezi.

Son olarak hem şiirin içinde hem de şiirin dışında olan bir soru sormak istiyorum. Dolma kalem, mürekkep ve defterlere özel bir ilginiz var. Nasıl başladı bu ilgi, şiirinizle bir bağı var mı?

Bu durum biraz da meslekle ilgili, yirmi beş yıllık sınıf öğretmeniyim. Üniversitede resim dersleri almıştım. Yazı gereçlerine olan ilgi çok küçükken başladı. Köydeki eski evimizin ocağından odunların kömürleşmiş uçları ile yazı yazardım güya. İlkokula bile gitmiyordum. Kendimi hep yazan biri olarak hayal ediyordum küçükken. Sonra bir gün Konya’da çalışırken okulun yıl sonu evraklarını yazıp müdür odasında masanın üzerine bırakıp yaz tatiline gitmiştim. Döndüğümde yazıların güneşin de etkisiyle okunmayacak kadar solduğunu gördüm. Daha önce de dolmakalem kullanıyordum ama o günden sonra asla tükenmez kalem, pilot kalem vs. kullanmadım. Hüsn-i hat ve kaligrafi sanatlarına karşı ilgim vardı. Her fırsatta kendi kendime çalışıyordum. Ancak bu uğraş basit bir uğraş değil. Elinize çok güzel oturan bir dolmakalem bulursunuz hadi altın uçlu olsun kalemin karakteri kuru mu ıslak mı bunu mürekkep tecrübe ederek anlayabilirsiniz. Kalem ile mürekkepte uyumu sağladınız diyelim eğer uygun bir defter bulamazsanız iyi sonuç alamazsınız. Bu ürünlerin çok büyük bir kısmı ithal ürünler. İşin içine girince anlıyorsunuz ki bu alem bir derya. Harf fontları uç biçimleri, uç metalleri, kalem gövdeleri, kalemin mürekkep dolum sistemi, damak yapısı gibi birbiri ile ilgili ama gittikçe derinleşen bilgi ve tecrübe sahasını fark ediyorsunuz. Şu sıralar elimde çok özel iki kalem var. 1920’lerde üretilmiş Sheaffer Chevron ile 1930-45 yılları arasında üretim yapmış bir fabrikanın kalem uçlarını tek tek elde yaptığı Revelation marka dolmakalemler. Hem yapılışları özel hem kalemlerin karakterleri var. Bugünün dolmakalemleri tornavida tezgahından çıkmış gibi hem malzemesi yeterince iyi değil hem ömrü çok daha kısa. Güzel bir kalemle yazmak, sevdiğim renklerdeki mürekkepleri güzel defterlerde yazmak beni çok mutlu ediyor. Hayatta mutlu olduğum şeyler fazla değil. İnsanın yazısı özeldir bence, güzel de olmalıdır.

 

Söyleşi: Fatih Memiş (DÜNYABİZİM)



Anahtar Kelimeler: ORHAN TEPEBAŞ Söyleşi...