Tarih: 22.04.2023 13:01

ORUCUN KAZASI ve KEFFARET MESELESİ

Facebook Twitter Linked-in

Orucun Kazası ve Keffaret Meselesi

Kur’an’da hastalık ve yolculuk hallerinin Ramazan orucunu erteleme gerekçesi oluşturduğu net bir şekilde belirtilir. Yine bu haller son bulduktan sonra kaldığı yerden oruçları tutmak gerektiği de Kur’an’ın beyanıyla sabittir. 

Hasta ve yolcular, tutamadıkları ramazan oruçları için diğer zamanlarda aynı gün sayısı kadar/güne gün oruç tutmalıdır. Bunun dışında yaşlı olan, kronik hastalığı olan ve oruç tuttuğunda başka sıkıntıları tetikleyecek bir hastalığı bulunan ve aynı zamanda bu hastalıktan kurtulup iyileşme ümidi olmayan kimselerin tutamadıkları Ramazan orucu yerine her gün için bir fidye vermesi gerekir. Bir günlük fidyenin miktarı ise; “bir fakiri doyuracak iki öğün yemeğin parasal değeri kadardır.”  Yani fıtır sadakası miktarı kadardır. Bu asgari birimdir, ancak kişi, “sadakanın miktarını daha fazla tutarsa/daha fazla iyilik yaparsa, kendisine de daha fazla iyilik yapmış olur” (2/Bakara: 184).

Bazı âlimler ilgili ayette geçen “güç yetiremeyenler/dayanamayanlar”  ifadesinden hareketle; aşırı sıcaklarda açık havada, asfalt işçiliği ve çelik üretimindeki dökümhane gibi ağır işlerde çalışan kimselerin de oruç tutmak yerine fidye verebileceklerini söylemişlerdir. 

Bir mazerete binaen oruç tutamamanın hükmü genel hatlarıyla yukarıdaki izah ettiğimiz şekildedir. İşin birde kasten ve taammüden oruç tutmama yönü var ki, bu kısım epey netameli ve tartışmaya açık bir konudur. İslam âlimlerinin ortak kabulüne göre hiçbir mazereti olmadığı halde Ramazan orucunu vaktinde tutmayan kişi günah işlemiş olur. “Âlimlerin bu görüşü şu anlama gelir. Oruç tutmamanın cezası dünyevi değildir, uhrevidir.”  Kur’ân’da her ne sebeple olursa olsun, oruç yiyene, namaz kılmayana bir ceza belirlenmemiştir. Bu hususun altını kalın bir çizgi ile çizmekte fayda var.

Ramazan orucunu gününde ve usulüne uygun tutmak esastır. Buna rağmen Ramazan orucunun edası için niyet edildiği halde bilerek isteyerek ve ahlâken geçerli bir mazereti bulunmadan az veya çok yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmak suretiyle oruç bozmak; Hanefilere göre kaza ile birlikte kefareti de gerektirir. Maliki mezhebinin görüşü de bu şekildedir. Ancak Şafiler Ramazan orucunun sadece cinsel ilişkiyle bozulmasının kefaret gerektirdiği görüşündedirler. Bu bağlamda kişinin bilerek oruç bozmasının kefareti eğer mümkünse bir köle azat etmek, buna gücü yetmiyorsa hiç ara vermeksizin iki ay süreyle oruç tutmak, şayet buna da gücü yetmiyorsa altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurmaktır. Ancak oruç için ön görülen bu kefaret hükmü Kur’an’da yoktur. Kur’an’da orucun kefareti için kıyas yapıldığı anlaşılan “zıhar” kefaretine (58/Mücadele: 1-4) ve sehven/hata ile adam öldürmeye (4/Nisâ: 92)  ilişkin bir düzenleme vardır. 

 Kasten orucunu yiyen kişinin sanki bir cana kıymış gibi 61 gün oruç tutması gerektiği içtihadı, insaf ile bağdaşmayan ve insan ile alay etmek gibi bir şeydir. Kaldı ki Kur’an’ın “ceza” mantığı “kısas”a dayanırken, yani misli ile mukabele iken; bu içtihat, cezayı altmış bir katına çıkartıyor. Kur’an’da “Zıhar” yapmanın (karısını resmen boşamadığı halde, boşanmış muamelesi ile kadına bir tür işkence yapmak) cezası/keffareti olarak konmuş birkaç çeşit cezadan biri olan bu cezayı, kasten oruç yiyenin cezası olarak almanın hiçbir mantığı yoktur 

Kur’an’da yer almayan oruç kefareti, Din’de teşrî yetkisine sahip olduğu düşünülen Rasûlullah’a nisbet edilmiştir. Bu nedenle kefaret olayı Hz Peygamber’in hadislerine dayandırılır. Seleme b. Sahr hadisinin zıhar kefaretiyle ilgili olduğunu ve ravinin konuyu oruç ile karıştırdığı ifade ediliyor. Bir kısım hadis âlimi; “Orucun altmış günlük cezası ve bir de kazası şeklindeki geleneksel hüküm ve uygulamaya dayanak gösterilen hadislerin delaletinin problemli veya tartışmaya açık olduğunu ve zıhar kefaretinin oruca uyarlandığını” düşünüyor. Ayrıca doğru oturup doğru konuşmak gerekirse, bu kadar ağır ve meşakkatli bir hükmün pratikte karşılığı da yoktur.  Kanaatimiz o ki; bilerek orucunu bozmuş mü’min kimsenin yapması gereken, gerçekten pişmanlık duygusuyla tövbe edip Allah’tan af dilemesi ve bilinçli işlediği günah sebebiyle tutamadığı orucu bire bir tutmasıdır. Unutmamak gerekir ki tövbe de bir ibadettir. 

Tefsir ilminin günümüzdeki önemli isimlerinden Prof. Dr. Süleyman Ateş Hoca da yukarıdaki görüş doğrultusunda fikir beyan ediyor ve gerekçesini bize şöyle izah ediyor: “Cezanın, işlenen suça denk olması gereği Kur’ân’ın temel prensiplerindendir. Bir günlük oruç bozma suçunun, altmış bir gün ard arda oruç tutma cezasıyla cezalandırılması, Kur’ân’ın bu temel prensibine aykırıdır.”

Başlanan bir orucu özürsüz olarak bozmaktan ötürü kefaretin gerektiği sorunu, Ebû Hureyre’nin şu rivayetine dayandırılmıştır:

“Bir adam Peygamber’e geldi, ‘Helâk oldum ey Allah’ın Elçisi’ dedi.

Peygamber: Seni helâk eden nedir? dedi.

Adam: Ramazan’da karımla birleştim, dedi. 

Peygamber, bir köle âzâd edecek gücün var mı? dedi.

Adam ‘hayır’, dedi.

İki ay ard arda oruç tutabilir misin? dedi.

Adam ‘hayır’, dedi.

‘Altmış fakire yemek yedirebilir misin? dedi.

Adam ‘hayır’, dedi.

Adam orada otururken, Peygamber’e bir sepet hurma geldi.

Peygamber: ‘Al bunu sadaka ver’, dedi.

Adam ‘bizden daha fakirine mi vereyim? Medine’nin iki tepesi arasında bizden daha muhtaç bir ev halkı yoktur’, dedi. Bu söz üzerine Peygamber kahkaha ile güldü,

‘Haydi, götür ailene yedir’/Götür, çoluk çocuğunla beraber ye. Allah seni affetsin! Bozduğun orucun yerine de bir oruç tut dedi. (Buhârî, Savm: 30-31, Müslim, Sıyâm: b. 14, h. 81-84)

Bu rivayeti dayanak alan fıkıhçılar, oruç kefareti hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Kimine göre eğer kasten oruç bozmaktan ötürü kefaret gerekseydi, kişiden, yoksulluk dolayısıyla kefaret düşmezdi. Kimine göre ise yoksulluk nedeniyle kefaretin düşmesi, sadece bu adama özgü bir şeydir. Asıl olan kefaretin düşmemesidir. 

Farklı görüşler arasında bizce isabetli ve tutarlı olan görüş şudur: “Hz Peygamber, orucu bozma günahını işleyen adama, Kur’ân’da hata ile adam öldürene belirlenen cezaya (4/Nisâ: 92) kıyâsen bir kefaret belirlemiş, fakat bunun, zorunlu bir hüküm değil, günahın affı için sadaka olduğunu belirtmek üzere; “Götür, hurmayı çoluk çocuğunla birlikte ye, Allah seni affetsin!” demiştir. Eğer bu keffaret, zorunlu olsaydı, özel olarak o adama böyle bir ruhsatın verilmesi söz konusu olmazdı. Çünkü din hükümleri kişilere göre değişmez.”

Ayşe validemizden gelen, aynı konu ile ilgili iki rivayette de bir kefaretten söz edilmez, sadece bir miktar sadaka vermekten söz edilir ki bu da işlenen bir hata ve kusurun ardından bir miktar sadaka verme geleneğine ve bunu destekleyen Kur’ân öğüdüne uygun düşmektedir. (58/Mücâdele: 12-13, Tevbe: 103)

Oruca niyet etmeyerek orucunu bozan kimseye kefaretin gerekmediği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Niyet ederek yani bilinçli olarak başlanan orucu, özürsüz olarak bozmaktan dolayı kefaretten bahsedilmektedir. Ancak bir namazı özürsüz olarak bozan kimse, nasıl o namazı yeniden kılıyorsa, orucu da özürsüz olarak bozan kişinin de bire bir kaza etmesinden doğal bir şey olmamalı. 

“Allah’ın Kitabında hakkında en ufak bir işaret olmayan şey farz olamaz diyen” Süleyman Ateş Hoca meseleyi şöyle bağlıyor. “Eğer orucun zorunlu bir kefareti olsaydı bu, Kur’ân’da belirtilirdi. Doğrusu şudur ki saf ibadet konularında, yani Allah ile kul arasındaki kusurlarda ceza/kefaret yoktur. Bu hususlardaki kusurun cezasını Allah âhirette verecektir. Fakat hukuki sorunlarda, yani toplumu ilgilendiren şerîat/hukuk konularındaki yasal olmayan işlere ceza konmuştur. Bu bakımdan orucun farz/zorunlu kefareti diye bir şey yoktur.” 

Kur’ân-ı Kerîm’de her ne sebeple olursa olsun, oruç yiyene, namaz kılmayana bir ceza belirlenmemiştir. Zaten oruca niyet etmeyerek oruç tutmayan kimseye kefaretin gerekmediğinde oybirliği vardır. Kefaretin, başlanan orucu, özürsüz olarak bozmaktan ileri geleceği belirtilmektedir. Bir namazı özürsüz olarak bozan kimse, nasıl o namazı yeniden kılarsa, orucu özürsüz olarak bozanın da yine onu bire bir kaza etmesi gerekir. Başladığı bir orucu bozan kimseye kefaret gerekeceği hususu, sadece andığımız vâhid (tek kişi) habere dayanılarak fıkıh hükmü haline getirilmiştir. Ancak Allah’ın Kitabında hakkında en küçük bir işaret olmayan şey farz olamaz.

Eğer orucun zorunlu bir kefareti olsaydı Kur’ân’da belirtilirdi. Yeminin kefareti açık açık belirtilmiş iken, neden orucu bozmanın kefaretinden söz edilmemiştir? Oruç bozma, yemini bozmaktan daha mı hafiftir ki onun kefaretinden söz edilmemiştir? Doğrusu şudur ki saf ibadet konularında yani Allah ile kul arasındaki kusurlarda ceza-kefaret yoktur. Bu hususlardaki kusurun cezasını Allah ahirette verecektir. Ama bunlara dünyada bir ceza konmamıştır. Fakat hukuki sorunlarda, yani toplumu ilgilendiren şeriat konularındaki yasal olmayan işlere ceza konmuştur. Bu bakımdan orucun farz (zorunlu) kefareti diye bir şey yoktur. 

Mantıken de kefaret söz konusu olamaz. Çünkü Allah’ın işlenen suça, ondan çok daha ağır bir ceza vermesi ahlakî olmaz. Ahlakî olan; nasıl namazını kılmayan veya bozan kişi, aynı namazı birebir kazâ ediyorsa, orucunu bozmuş olan da bozduğu günler kadar kazâ eder. Bundan dolayı ilmihal kitaplarında orucu bozup hem kazâ, hem de kefareti gerektiren kıldan ince kılıçtan keskin halleri burada anmayı yersiz görüyoruz. Bu bağlamda din kitaplarında anlatıldığı biçimde bir gün yerine 61 gün oruç tutmak gibi bir ceza anlayışını; Kur’ân’ın, cezanın, işlenen suça denk olacağı prensibine aykırı olduğu gerekçesiyle de kabul edilebilir bir tarafı yoktur.

Ramazanda ister “niyet etmedim” gibi temelsiz ve saçma bir yaklaşımla oruç tutmayan, isterse yeme-içme veya cinsel ilişki yoluyla orucunu -yolculuk ve hastalık durumu söz konusu olmadan- bozan kişi, telafisi asla mümkün olmayan bir fırsatı kaçırmıştır. Bu kişinin yapması gereken tek şey vardır, o da, tevbe edip Allah’tan bağışlanma dilemektir. Durum böyleyken, böylesi bir kula kefaret cinsinden ceza tertiplemek, Kur’ân’ın ifadesiyle haddi aşmak olur. 

 

 

 

 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —