Tarih: 26.09.2023 21:42

“Paradigmanın” İflası mı ?

Facebook Twitter Linked-in

“Paradigmanın” İflası mı ?

1991 yılında Türkiye entelektüel camiasında tabiri caizse “sekiz şiddetinde bir deprem” etkisi yaratan bir kitap yayımlanır: “Paradigmanın İflası”. “Paradigma”, Yunanca “kalıp” anlamına geliyordu ve “sistem” ,“ekonomik sistem” ya da “düzen” anlamlarında kullanılmaktaydı. Kitabın yazarı; bilhassa ekonomi ve tarih alanlarındaki aykırı görüşleri ve eserleriyle tanınan akademisyen Fikret Başkaya’ydı. Yapıtta, esaslı ve keskin bir şekilde “resmi ideoloji” eleştirisi yapılmaktaydı ve bu yüzden kitabın yazarı Başkaya, 20 ay hapis yatmak zorunda kalmıştı.

            Aslında Türkiye aydın camiasında deprem etkisi yapan bu eserde, resmi ideolojinin eleştirisine ilişkin o zamana kadar bilinenin dışında yeni bir şey yer almıyordu. Yazarın tezleri büyük oranda ağırlıklı olarak 1960 yılların sonlarına doğru “neo-liberal sol çevreler tarafından ileri sürülen tezlerin toplanıp bir araya getirilmiş haliydi. Örneğin; ülkemizdeki neo-liberal çevrelerin fikirsel önderi sayılan ve 1968 yılında yayımlanan “Düzenin Yabancılaşması” eseriyle bu yönde sol çevreler arasında bir çığır açan İdris Küçükömer, çok önceden bu tezlere çok benzer tezler ileri sürmüştü.  Başkaya’nın kitabında savunduğu tezlerin bazıları şunlardı: 

       Milli Mücadele anti-emperyalist bir hareket değildir. Kurtuluş Savaşı da “Yedi Düvele (yedi devlete)” verilmiş bir savaş değildi, sadece bir “Türk-Yunan” savaşıydı.

        Britanya İmparatorluğu (İngiltere), Fransa, İtalya, Anadolu’yu buradaki Türk varlığını sonlandırmak için işgal etmemişlerdi. Bu işgaller, “dostlar alışverişte görsün” türden göstermelik işgallerdi. Batı bölgelerini işgal eden İtalyanlara, Güneydoğu’daki Antep ve Maraş ili gibi yerleri işgal eden Fransızlara karşı ciddi bir savaş verilmedi. Nitekim, bu ülkeler belirli bir süre sonra ülkemizi “sessiz-sedasız” terk edip gittiler. 

       Milli Mücadele’ye kitle katılımı sınırlıydı, Kurtuluş savaşı birkaç tane “Jakoben” İttihat Terakkici maceracının önderlik ettiği dar bir kadronun uğraşımı sonunda başarıldı !!!!!

        Milli Mücadele’ye önderlik eden lider kadro, bu savaşın kurulmasının ardından kurulan Türkiye Cumhuriyetinde, Milli Mücadele sırasında Kürtlere verdikleri sözleri tutmadılar, Kürt Halkının varlığını yıllarca inkâr ettiler, bu varlığı her durumda yok edecek ve susturacak baskıcı yöntemler uyguladılar. Emperyalist devletler tarafından “uluslararası sömürge” yapılan ve taksim edilen  “Kürdistandan” kendi paylarına düşeni aldılar.

        Emperyalist savaşa taraf olarak katılan Osmanlı imparatorluğu (I. Dünya Savaşı) parçalanıp Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşürken, “Kürdistan’ın” paylaşılması sürecine katılmış ve kendisine de önemli bir pay düşmüştü. Bu bakımdan Milli Mücadele gerçek anlamda bir ulusun kurtuluşu değil, Kürt Ulusunun baskı altına alınması sürecinin başlangıcı olmuştur.

        Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden bu güne kadar gerçekleşen ve Kürtler tarafından gerçekleştirilen kırkı aşkın isyan, bu haksız uygulamalar karşı durmuş kıyamlardı.

        Kurtuluş Savaşı’nın hemen ertesinde kurulan Kemalist rejim, “Bonapartizm” niteliği baskın bir hareketti. “Bonapartizm” terimi, siyaset literatüründe “kapitalist toplumda icra-i görevdeki kesimin, bir kişinin yönetiminde olmasını ve devletin diğer tüm bölümlerine ve topluma bir kuvvet uygulayabilmesi” olarak tanımlanabilir.

        Kemalist hareket, “sınıfsız”, “imtiyazsız” ve “halkçı” bir toplum inşa etme iddiasıyla ortaya çıkan fakat bunların hiçbirisini yerine getiremeyen bir hareketti. 

        İki yüzyıldır dayatılan (asrileşme, muasırlaşma, Batılılaşma, çağdaşlaşma, kalkınma, çağ atlama) ve her seferinde yeni bir şeymiş gibi sunulan paradigmanın iflas ettiğini kabullenmeliyiz. İlave olarak, söz konusu paradigmanın dışına çıkmadıkça, gerçekten eşitlikçi, demokratik, kendi ayakları üzerinde durabilen bir toplumsal düzen oluşturmamız mümkün olmayacaktır.

     Türkiye’nin iki yüzyılı aşan “asrileşme”, “muasırlaşma”, “Batılılaşma”, “çağdaşlaşma”, “kalkınma”, “çağ atlama” problematiği, sömürgeleşme sürecinden başka bir şey değildir. Söz konusu olan, süreklilik gösteren bir çizgidir. Bu süreçte, Cumhuriyetin kurulmasıyla bir kopukluk ortaya çıkmamıştır. Cumhuriyet rejimi, Türkiye’nin emperyalist Batı ile olan ilişkilerinde ve Kapitalist Dünya sistemi içinde Türkiye’nin konumunda köklü bir değişikliği temsil etmiyor. Resmi ideolojinin yaymaya çalıştığı görüşün aksine, Cumhuriyet dönemi de sömürgeleşme yolunda ilerlemekten başka bir şey değildi!!!!!

            1990’lı yılların hemen başında yayımlanan ve Türkiye kamuoyunda tartışmalar yaratan bu “kült” yapıtın temel tezi; “Sultan III. Selim’den bu yana yoğunlaşarak devam eden ve topluma (asrileşme, muasırlaşma, Batılılaşma, çağdaşlaşma, kalkınma, çağ atlama) adları altında topluma dayatılan toplumsal projenin iflas ettiği, söz konusu paradigmanın dışına çıkılmadıkça gerçekten eşitlikçi, demokratik, kendi ayakları üzerinde durabilen bir toplumsal düzen oluşturmamızın mümkün olamayacağı” iddiasıydı. Gerçekten de, Sultan III. Selim’in 1793 yılında “Nizam-ı Cedid” adlı yeni ordu oluşturmasıyla fiili olarak başlayan “Batıcılaşma” serüvenimiz, günümüzde Avrupa Birliği’ne üye olma çabalarıyla halen olanca yoğunluğuyla devam etmektedir. 

            “Batıcılaşma”, ülkemiz yönetici elitinin ve egemen çevrelerinin bulduğu “optimal çözüm” olarak gözükmektedir. Aslında, “Batıcılaşma” paradigmasının yerine alternatif olacak başka güçlü bir paradigma da yoktu. Yakın zamanlarda, “Avrasya seçeneği”, “Şangay Beşlisi” gibi alternatifler, yetkili ağızlar tarafından sık olmasa da dillendirilmektedir. Fakat, ülkemizin “Avrasya” seçeneği maalesef mantıklı gözükmemekte ve ülkemizin tarihsel gerçekleriyle uyuşmamaktadır. 

             Avrasya blokunu oluşturan belli başlı ülkeler temel olarak; Rusya, Çin, İran, Hindistan olarak gözükmektedir. Fakat, tüm bir Türk tarihi incelendiğinde kolayca görülebilecektir; bu saydığımız ülkelerle Türk Milleti hiçbir zaman “müttefik” olmamış ve bu ülkelerle sürekli bir rekabet ve “uzlaşmazlık” halinde bulunmuşlardır. Dolayısıyla, bu ülkelerle aynı yapı içerisinde bulunmamız mümkün gözükmemektedir!!!! Gerçekten de mantıksal bir seçenek ortaya çıkarılamamıştır ne yazık ki.

            Âcizane kanımızca; yapıtın en çürük ve dolayısıyla eseri bilimsellikten uzaklaştıran yönü; eserde Cumhuriyet’in kurulduğu 1923’lü yıllar Türkiye’siyle, Atatürk’ün ölüm tarihi olan 1938’li yılların Türkiye’sinin (bilerek veya bilmeyerek) ilmi olarak karşılaştırılmaması ve etkin bir şekilde istatistiki veriler ışığında bilimsel olarak incelenememesidir. Eserin sağlam bir bilimsel yapıya kavuşması için (1923-1938 Atatürk dönemini ve Kemalizm’i oldukça sert bir şekilde eleştiren yazarın) anılan tarihler arasındaki sanayi, eğitim, ekonomi, tarım vb. alanlarındaki verilerin ve kriterlerin açık bir şekilde karşılaştırılması ve analiz etmesi beklenirdi. Eseri derinlemesine incelediğimizde, bu alanların yazarın oluşturmak istediği tezleri haklı çıkarabilmek için bu kısımların “üstünkörü” geçildiği kolaylıkla tespit edilebiliyor. Yapıt bu yönleriyle; “bir tarafı mermerden, bir tarafı da tahtadan yapılmış bir masaya” benzetilebilir.

            1923’lü yılların Türkiye’siyle 1938’li yılların karşılaştırmasını, değişik sanayi, ekonomi, eğitim, tarım verilerinin yardımıyla hep beraber yapalım:

            Yukarıda verdiğimiz istatistiki veriler, 1923-1938 Atatürk Türkiye’sinde tarım, ekonomi, sağlık, ulaşım, eğitim alanlarında sağlanan büyük sıçramaları bizlere çok çarpıcı bir şekilde matematiksel olarak göstermektedir. “Paradigmanın İflası” kitabının temel tezlerinden birisi de; “Türkiye’nin iki yüzyılı aşan “asrileşme”, “muasırlaşma”, “Batılılaşma”, “çağdaşlaşma”, “kalkınma”, “çağ atlama” problematiğinin, sömürgeleşme sürecinden başka bir şey olmadığı, bu sürecin süreklilik gösteren bir çizgi olduğu, bu süreçte Cumhuriyetin kurulmasıyla bir kopukluk ortaya çıkmadığı, resmi ideolojinin yaymaya çalıştığı görüşün aksine, Cumhuriyet dönemi de sömürgeleşme yolunda ilerlemekten başka bir şey olmadığı” savıydı.

            “Batı bilim ve tekniğinin ülkemize transforme edilerek ülkemizin geri kalmışlığına son verme ve ülkemizi muasır medeniyetler seviyesine yükseltme” düşüncesi, iki yüzyılı aşkın bir süredir ülkemizin resmi politikası olarak bilfiil uygulanmaktadır. Bu düşünce biçimi “Kültürel Batıcılık” olarak adlandırılabilir. Kültürel Batıcılık düşüncesi kesintisiz olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş anlarından itibaren 1923-1938’li yıllar Atatürk Türkiye’sinde oldukça radikal denebilecek uygulamalarla devam ettirilmiştir. 

           “Paradigmanın İflası” kitabının yazarının, “Cumhuriyet döneminin de sömürgeleşme yolunda ilerlemekten başka bir şey getirmediği” doğrultusundaki tezine, Atatürk idaresi dönemini dâhil etmesi hiç de bilimsel bir görüş olarak gözükmemektedir. Yukarıda da verdiğimiz somut istatistiki verilerden de kolaylıkla çıkarabileceğimiz gibi; Atatürk, bütün hayatı boyunca ülkemizin ekonomik, siyasal olarak Batı’nın boyunduruğundan kurtarılması için sonuna kadar mücadele etmiş bir liderdi. Nitekim, Atatürk idaresi dönemi, devlet kadrolarına “antiemperyalist” zihniyetin egemen olduğu ve göreli olarak ülkemiz yönetiminin dış etkiler bakımından en bağımsız olduğu dönemler olarak değerlendirilebilir. 

            Atatürk döneminde gerçekten de bağımsız bir dış politika takip edilmiş, ülkemiz çıkarları en ön planda tutulmuş, emperyalist devletlerle “dişe diş” bir mücadele verilmiştir. Petrol bakımdan çok zengin kaynaklara sahip “Musul, Kerkük ve Süleymaniye” yörelerini Türkiye’ye katmak için bir gerilla harbi bile yürütülmüş, fakat başarılı olunamamıştı. Ayrıca, 1938 yılında, II. Dünya savaşı öncesi emperyalist devletler arasındaki çelişkilerden yararlanarak Hatay Türk topraklarına katılmıştı.

            Atatürk yönetimi, ekonomik yönden de ülkemizin bağımsızlaştırılması için büyük çabalar sarf etmişti. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomi alanında yaptığı ilk şeylerden birisi de  Düyunu Umumiye’den kalan (Düyünu Umumiye, Osmanlı zamanının IMF’si sayılabilir) 108 milyon altın lira tutarındaki dış borcun kapatılması olmuştu. Ayrıca, borçlanmamak için bütçe gelir/gider dengelerine çok dikkat edilmişti. Çünkü Osmanlı’nın çökmesinin nedenlerinden birisinin de “dış borçlar”. olduğu yönetici elit tarafından çok iyi biliniyordu. 

            Fakat bu durum, 1946’lı yıllardan itibaren Sovyetler Birliği’nin ülkemiz üzerinde artan toprak talepleriyle hızla değişmiş, Türkiye giderek “Batı kampına” yaklaşmaya başlamış, bu durum 1952 yılında NATO’ya üye olunmasıyla zirveye çıkmıştı.1950’li yıllardan sonra “Siyasal Batıcılık” uygulanmış, başlangıçta amaç Batı’ya entegre olmakken, ülke Amerikan politikalarının kayıtsız şartsız uygulayıcısı olan ileri bir karakol haline getirilmişti.       

            İlave olarak, ülkemizdeki “Neo-Liberal” çevreler tarafından dillendirilen (örneğin, Atilla Yayla) “Kemalizm’in, ilerlemeden çok gerilemeye tekabül ettiği” iddialarının bilimsel olmadığı bu veriler ışığında açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu yönüyle Kemalizm, bir “Üçüncü Dünya kalkınmacılığı” sayılabilir. Kemal Atatürk, (bazı çevrelere çok şaşırtıcı gelebilir) Abdülhamid’in takip ettiği politikaların radikal devam ettiricisiydi.

 

            




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —