Tarih: 21.12.2020 23:01

RUHSATSIZ MEKTEPLER!

Facebook Twitter Linked-in

RUHSATSIZ MEKTEPLER..

( Tonusun Konakları )

Bahar geldimi Tonus Ovasına dağlara çim düşer, dereler doyardı söküm sularına. Gözeler bürünürdü ala yeşile. Koyaklarda, tepelerde açan çiçeklerin kokusu sarardı her yanı. Yaylalara inen kalkan göçmen kuşların cıvıltısı gönülleri doldururdu. Çapıtlı Çalı, Mezarlı Gedik, Fakılı yokuşlarını nevruzlar, çiğdemler kaplardı. Aşağı İbiceğin, Çaylak Pınarının çayırları Devetabanı çiçekleriyle dolar; Tonus Ovası renk cümbüşüne döner; ova kenarı tarlaları sümbül, gelincik kokusuna boğulurdu. Yüksek yaylalara telli turnalar, angutlar, bağırtlaklar; engin ovalara da toylar, bıldırcınlar, sığırcıklar zurbayla iner konarlardı. Sabahın seherinde kınalı kekliklerin ötüşü çobanların türkülerine karışırdı.

Kayalık yerler, çayırlar, kuzu kulaklarından; gözeler narpızlardan geçilmezdi. Yol kenarlarında yeni dolmaya başlamış buğday başakları rüzgarın ritmiyle dalgalanırdı. Envai çeşit nebatların kokusu bir hoş ederdi adamı.

***

Baharı, yazı bir başka olurdu bu yaylaların. Karatonusa, Kulmaçlara, Düğnükkayaya, bulutlar çöktüğü zaman, ılgıt ılgıt esen yelin ardından yağmur iner; tabiat sanki yeniden canlanırdı. Yağmur dinip güneş açtığı zaman toprak kokusuna doyardı insan.

1950-1960-1970 Li yıllarda Karakış girince Gücük sonuna kadar yollar kapanır, köylerin tüm dünya ile irtibatı kesilmiş gibi olurdu. Öyle kar yağardı ki adam boyunu geçer; yollar, beller kaybolurdu. Bırakın köyden köye gitmeyi, komşulara gitmek bile meseleydi. Köylerin içinde çığırlar oluşur, gidip gelmek için komşular bu çığırları kullanırlardı. Hatta bazen evlerin küçük kapıları kar ve tipiden kaybolurdu.

***

Damların üstüne çöken karı sıyırmak İçin saatlerce çalışırlardı. Yetişik delikanlısı olmayan, hastası olan, ihtiyarı olan, dul ve yetimi olan evlere yardıma gidilirdi baca sıyırmak için. Müthiş bir dayanışma duygusu hakimdi. Dar günlerde kavgalar, küslükler unutulurdu.

1970 Li yıllardan önce Anadolu’nun köylerinde elektrikle, telefonla, televizyonla pek işimiz olmazdı. Zaten yoktu da. Tek bildiğimiz pencere ve kapıların süvelerine tutturduğumuz cereklere bağlı kablolarla yapılan antenler ve akü gibi bataryalı radyolardı. O da her evde olmaz, belki üç beş evde bulunurdu.

Bataryası bitecek diye sürekli dinleyemezdik de. Bildiğimiz üç dalga vardı. Uzun dalga, orta dalga ve kısa dalga. Bazı evler radyolar iyi çeksin, hışırtılar olmasın diye damlardan daha yükseklere dikerdi anten cereklerini.

Yurttan sesler programını bilmeyen yoktur. Bu program başlayınca türkünün biri biter diğeri eklenirdi. Her saat da dinleyemezdik. Namaz saatlerinde, mal vaktinde, misafirler gelince radyolar açılmazdı. Ama akşam ajansları mutlaka dinlenirdi. Büyüklerimiz ülkede ne olup bittiğini bu haberlerden veya şehirlerden gelenlerden öğrenirlerdi.

Bahar ve yaz aylarından güz sonuna kadar, herkes tarlada, bostanda, bahçede tarımla uğraşır; ya da hayvanlarının peşinde çobanlık yapardı. Anlayacağınız emizekin oturabilecekleri bir tek kış ayları vardı. Kar çöktümü dağa taşa, herkes evine çekilirdi. Çoluk çocuk evde oturur, erkekler akşam namazından sonra odalarda toplanırlardı. Bazı akşamlar 25-30 kişilik cemaatler olurdu. Hele köye misafir gelmişse onun yanına gidilirdi.

***

Köyde hatırı sayılır zengin evlerin ayrı bir misafir odaları vardı. Bu odaların girişlerinde selamlık direkleri bulunurdu. Abdest almak İçin bir cağlık, bir yüklük bir de odunluk, tezeklik mutlaka olurdu. Odalar; büyüklüklerine göre, iki veya üç cephede 3-4-5 pencereliydi. Duvar genişliği bir metreye yakın kalınlıkta ve genelde taş duvardı. İki katlı olanların üst katları misafir konağı, alt katları ise atlık olarak evlerden ayrı yapılırdı. Mumsekili odalar genelde evlere bitişik ve tek katlıydı. Konak ve odaların çoğunluğu tavan ve duvar süslemeli olurdu.

Tabana önce hasırlar, üstüne de kilim ve halılar serilir, halı yastıkları sırayla dizilirdi. Minderlerin hepsi yünden doldurulurdu. Odalar önceleri ondört veya dokuz numara fitilli gaz lambalarıyla sonra da gömlekli lükslerle aydınlatılırdı. Ortada büyük bir soba, sobanın altında soba tahtası ve yanında bir de mangal bulunurdu.

Sabah malın işi bittikten sonra soba yakılır, mal vaktine kadar otururlardı. Bazen öğle namazını camiye gitmeden cemaatle burada kılarlardı. Akşam namazı sularında tekrar soba yakılır; namazdan sonraya cemaat beklenirdi. Gelen herkes evinde yemeğini yedikten sonra odada toplanmaya başlardı.

***

Sobalar yakılmadan önce oda havalandırılır, iyice temizlenirdi. Yakıldıktan sonra çıkan dumanından odanın hazır olduğunu anlarlardı. Birer ikişer komşular toplanırdı.

Bu odalarda gençler hizmet ederler; evin veya komşuların çocukları farketmezdi.

Odaya giren selamlık direklerinin yanında üstünü başını çırpar, ayakkabılarını çıkarır; direkleri geçtikten sonra selam verirdi. Cemaat yün minderlerin üstüne sağlı, sollu yaşlarına göre tesbih tanesi gibi dizilerek otururlardı. Odanın baş köşelerine misafirler, alimler, sülale büyükleri, öğretmenler, muhtar veya imam otururdu. Odada oturmanın bir adabı vardı.

Mumsekili odaların küçük bölümüne, gençler, çocuklar veya varsa aşıklar otururlardı.

Cemaat toplandıktan sonra, haftalık, günlük olan olaylardan bahsedilir; sonra laf döner dolaşır, ya siyret okumaya veya hikaye anlatmaya gelirdi. Eski yazı ile yazılmış kitaplardan okunurdu siyretler, cenkler. Cenkler genelde, Hz. Ali Efendimizin, Battal Gazi’nin veya Eba Müslüm Horasaninin savaşlarını konu alırdı.

Eğer odada bulunuyorsa, cihan harbine katılıp geri dönen Gaziler kendi savaş anılarını anlatırlardı. Yahut odada bulunan yaşlılar askerlik hatıralarından bahsederler; herkes can kulağıyla dinlerdi.

***

Bu odalar eğer düğün veya düğüncü Odası olmuşsa; seyirlik oyunlar çıkarılarak olmadık şakalar yapılırdı. Bazen de Sağdıç Odası olur; davul zurna eşliğinde oynarlardı.

Bu meclislerde söz kesilmez, kesen olursa cezalar verilirdi. Cezalar ya yemek daveti veya hüner gösterme olurdu. Gençler ve çocuklar söz arasına asla girmezlerdi.

Hikaye anlatanlar; ya oturarak veya ayakta odanın ortasında bir o yana bir bu yana yürüyerek konuşurlardı. Olayın durumuna göre ellerine bir malzeme alırlar; yeri geldikçe ya kılıç, ya saz, ya sopa olarak kullanırlardı. Ellerine aldıkları malzemeler orada bulunan araçlardı. Ya değnek, ya şapka, ya baston, ya tas veya köz tavası olurdu. Anlatanların hitabetleri çok güçlüydü. Dinleyenleri olayların içine alır götürürlerdi. Öyle ki dinleyenlerin bazıları yerinde duramaz, nara atanlar, ağlayanlar, çok üzülen ve olaya göre çok sevinenler olurdu. Vakit geç olunca bazen hikaye bitmez, en heyecanlı yerinde kesilir, gerisi ertesi akşama bırakılırdı. Hikayeyi anlatan arada bir durur, yapılan ikramların yetersizliğinden söz ederek kıymet arttırırdı. Cemaat hep onu destekler, kahve, çay, sigara ikramları peşpeşe gelirdi.

Gençler; çay, kahve, su dağıtır; el pençe hizmet ederlerdi. Tütün tabakaları ortada dört döner, sarılan sigaralar ya muhtar çakmakları veya sobadan köz tavasıyla alınan közlerle yakılırdı.

Eğer kar çoksa veya yağmaya başlamışsa, Ramazan ayında bazen teravih namazları, diğer kış günlerinde vakit namazları da burada kılınırdı.

***

Hikayeler; ya aşıkların hayatını, ya kahramanlıkları veya Orta Asyadan günümüze kadar gelen destanları konu alırdı. Anlatanlar yeri geldikçe şiir okur, türkü söyler; dara düşer, zora girer olayı cemaate yaşatırlardı. Yerinde Padişah, Sultan, aşık olurlardı. Milli ve manevi duyguları şaha kaldırırlardı.

Odada bulunan çocuklar; anlatanın heyecanını birebir yaşar; yüz hatlarında ve mimiklerinde ifade ederlerdi. Hatta hikaye bitmezse, devamını dinlemek için o gece uyuyamazlardı. Heyecanla ertesi akşamı beklerlerdi.

Uyuyanlarda Kaf Dağını, Zümrüt’ü Anka kuşunu, Tepe Gözü, Köroğlunu, Yedi Başlı Ejderhayı, Tek Başlı devi, Keloğlanı ve daha nicelerini rüyalarında görürlerdi. Gün boyu oyunlarında anlatılan Kahraman’ın rolüne bürünürlerdi.

Bu hanedarlar kışın hanelerini, odalarını açtıkları gibi yazın da tarlada, bahçede sofralarını açarlardı. Hele ki ırgatlar bu yiğitlerin işlerinde çalışmak İçin yarış ederlerdi. Köyün genel işleri bu meclisin onayı olmadan yapılamazdı. Toy kurar karar verirlerdi. Köyün çeşmeleri, yolları ihtiyar heyetinden sorulurdu ama para kaynağı bu yiğitler olurdu çoğunlukla. Kısaca mallarıyla, canlarıyla obaları ve oymakları İçin ömür çürütürlerdi.

Dara düşen, hastalanan, gurbete giden harçlık alırdı bu evlerden.

***

Bu hanedar insanlar Gedik Ovası, İlbeyli, Kangal, Ulaş ve Uzunyayla çevresinde çok tanınırlardı. Köyden köye kız istemeye götürürler, kefaletlerini ortaya koyarlardı. Çoğu zaman köylerde, şehirlerde selamları iş bitirirdi. Hatırlı insan denince onlar akla gelir, ağalık denince de onlara yakışırdı. Fakir, yetim, öksüz babalarıydı hepsi. Bu yüzden unutulmazlar, bu yüzden halen adları yaşar. Onlar ki bu güne kadar yazılmayan tarihe iz bırakanlar, yörelerine ve çevre öykelere ad verenlerdi.

“ Taş taşa değmedik duvar olmaz.” Atasözünde ifade edildiği gibi zaman zaman kırgınlıklar, dargınlıklar yaşarlardı ama uzatmazlardı. Gönül almayı da, muhabbet etmeyi de bilirlerdi. Bu yazıda adını zikrettiklerimiz olduğu gibi adları unutulan daha nice koç yiğitler geldi geçti bu diyardan. Allahım onlardan razı olsun. Onlar adet ve törelerimizin orta direkleriydi.

Gezginler, aşıklar, dervişler bu evlerde ağırlanır, bu odalarda meşk ederlerdi. Düğünlerde bu konaklar, bu mumsekili odalar düğün Odası olur veya düğüncü konaklarını misafir ederlerdi.

Köye gelen bürokratlar, Devlet büyükleri ağırlanır; köyle ilgili toplantılar bu odalarda yapılırdı. Gençler bu odalarda oyun çıkarır, kendi aralarında eğlenceler düzenlerlerdi. Çoğu zaman da asker uşağı bu odalarda davet gezerlerdi.

***

Bazıları çok zengin değillerdi ama haneleri açıktı. Ağızları laf yapar; hatır gönül sayarlardı. Hiç kimseyi üzmeden yok demeyi, olmaz demeyi bilirlerdi. Hülasa adam gibi adamdılar.

Bu diyarlar nice yiğitler, nice hanedarlar yetiştirdi. Yıllara adını damga vuran nice ağalar büyüttü. Kiminin yöresine, komşu öykelere, kiminin de sülalesine ismi verildi. Çoğunun yarım asırlık ömürlerine nice hatıralar, nice unutulmaz anlar işlendi.

Gönüllere iz, sofralara haz bırakıp gittiler. Şimdi hem kendi sülalelerinde, hem komşularında adları verildi çocuklara. Vefat etmiş olanlar yıllardır, rahmetle, minnetle anılır oldular.

Takdir edersiniz ki Geçmişimize iz bırakan bu yiğitlerden bazıları köylerinde, kimisi de çevre köylerde ve öykelerde halen anılırlar. İkisi var ki Tonuslu Sefer Akbulut ve Deiilyastan Şeyh İsmail Hakkı Akbulut’u ayrıca anmadan geçemeyeceğim. Her ikiside doğdukları toprakları kalkındırmak İçin ellerinden gelen mücadeleyi siyasi partilerde vermişlerdi.

Şimdi bu konakların, odaların büyük bir çoğunluğunun yıkıldığı, yok olduğu, bazılarının da harabeye döndüğü de ayrı bir dert. O güzelim konaklar, mumsekili odalar beton yığınlarına esir edildiler. Soyha gurbet sahipsiz, kimsesiz bırakmış bu dede yurtlarını, bu odaları, konakları.

***

Düşünüyorumda o mekanlarda, o zor şartlarda, dededen toruna anlatılarak gelen bu değerlerimiz ne kadar kıymetliymiş. İletişim ve ulaşım araçlarının olmadığı veya çok nadir olduğu bu cennet Anadolu topraklarında çocuklar ve gençler bu odalarda eğitilir ve büyütülürmüş. O günün şartlarında Devletin kolunun yetmediği bu köylerde ve kırsal kesimlerde Milli ve Manevi duygular böyle verilirmiş. Bu odalar aslında ruhsatsız okullarmış da haberimiz yokmuş.

Vatan ve Millet sevgisi, emmi, dayı ve hısım akraba duygusu, büyük, küçük ve aile saygısı bu odalarda konulurmuş gönlümüze. Yardımlaşmamızın, dayanışmamızın, bölüşmemizin, kaynaşmamızın temelleri atılırmış bu odalarda. Bilenler öğretmen, dinleyenler öğrenci olurlarmış.

Örfü ve adeti işlerlermiş iliklerimize kadar. Köyler, obalar, oymaklar kaynaşırmış bu odalarda. Emri, itaatı, suçu, haklılığı öğretirlermiş. Bilginin ne kadar kıymetli olduğunu anlatırlarken; duygulu ve ince yaşamanın, adam gibi adam olmanın yollarını gösterirlermiş.

O hanesi açık, odaları kış ayları boyunca hizmet veren Koçyiğitleri yad etmek, anmak, belki bir nebze olsun haklarını helal ettirmemize sebep olur. Allahım onlardan razı olsun. Bu yazıda zikredilen dedelerimiz ise; Anadolu’nun başka köylerinde olduğu gibi Sivas - Altınyayla’nın köylerindendir.

Daha niceleri bu uğurda odasını açarak sofrasını paylaşmışlardır. Hülasa bizi biz eden değerleri, bu ruhsatsız okullar öğretirlermiş.

O odalardan çıkan dumanlar; varlığımızın, birliğimizin, dirliğimizin direği olmuşlar semaya. O yıllarda kimler odalarını açarak ruhsatsız okul olarak halkının hizmetine sunduysa, hepsini minnetle anıyor; Allah’ımdan hepsine rahmetler diliyor; kaynak kişilere teşekkür ediyorum. Tüm geçmişlerimize Allahım rahmet eylesin.

Ne kadar şanslıymış o odalarda yetişen nesiller, dedelerinin, ebelerinin kucağında büyüyen çocuklar....

Saygılarımla.....

Bekir Güzeldağ...20.12.2020

 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —