ŞAİR ÖLSE DE...

ŞAİR ÖLSE DE...

...

Şair ölse de hep Hikmet Burcu’nda kalır

 Salı akşamı Türk şiirinin zirve ismi ve düşünür üstat Sezai Karakoç’un vefatını öğrendiğimde yüreğimdeki şiir denizlerinin azgın dalgalarla savrulduğunu ve adeta küçük bir kıyamet yaşadığımı hissettim.

Gerçek anlamda Sezai Karakoç ismiyle ilk kez Bursa Erkek lisesinde okuduğum ‘70’li yıllarda tanışmıştım. O yıllarda üniversitede okuyan Vedat Şahin, rahmetli Mahmut İncimez ve arkadaşlarının kaldığı evde akşam yemeği sonrasında başlayan ve gece yarılarına kadar süren şiir ve edebiyat sohbetinde Sezai Karakoç’tan, Necip Fazıl’dan, Nazım’dan, Cemal Süreya’dan, Cahit Zarifoğlu’ndan ve Fransız şairi Baudelaire’den şiirler okunmuştu. Şiirler okunurken bir taraftan da o dönemin önemli müzik aygıtı olan Long Play’de büyük bestekarımız Itri’nin “Ah tut-i mucize guyem, ne desem laf değil” şarkısı çalıyor, o bitince de Mozart’ın 40. Senfonisi devam ediyordu…

Tek kelimeyle benim için başka bir dünyanın başlangıcı ve keşke hiç bitmese dediğim harika bir geceydi. Gecenin sonunda ayrılırken Sezai Bey’in “Kıyamet Aşısı” kitabını hediye ettiler. Kaldığım öğrenci yurduna döndüğümde yatağımda sabaha kadar Kıyamet Aşısı’nı okudum, kelimenin tam anlamıyla çarpılmıştım… Nasıl bir şeydi bu kitap… Bir şiir kitabı değildi, ama her satırı beni başka bir dünyaya götürmüştü sanki. Yatakhanede ışıklar kapalı olduğu için kurşun kalemle yatağımın kenarındaki duvara duygu dünyamdan akan dizeler yazmıştım. Sabah kalktığımda bu dizeleri defterimde temize çekmiş, ıslak bir bezle de duvarı temizlemiştim.

Ve artık Sezai Karakoç’u tanımış, onunla birlikte bütün modern Türk şairleri ve dünya şairleriyle yeni bir yolculuğa başlamıştım. Eğer o gün Sezai Karakoç ismiyle tanışmasaydım, belki de yolum şiirle kesişmeyebilir, şiirin, müziğin, sanatın iklimiyle hiç tanışmayabilirdim.

Şimdi her şairin ölümüyle dünyanın biraz daha yalnızlaştığını, sanki kıyamete biraz daha yaklaştığımız gibi bir duyguya kapılıyorum. Şairin ölümü, görünür anlamda dünyanın sonu değil belki ama her şair öldüğünde giderek eksildiğimiz kesin…

Tek tesellimiz, şairler ölse de hep ‘hikmet burcu’nda kalırlar… ‘Sessiz gemi’nin sonsuza kalkış hazırlığı başladığında, bütün günbatımlarının hüznü dizelerin üzerine çöker ve her faninin doğduğu an başlayan ertelenemez yolculuğu kendi imgesel bütünlüğü içinde vuslata doğru akıp gider… Ve şairin bir ömür boyu kuyumcu titizliği ile biriktirdiği şiirler ‘Hikmet Burcu’nda bize armağan olarak kalır.

Tıpkı Yahya Kemal’in ‘Rindlerin Ölümü’ şiirinde olduğu gibi “Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;/Gönül her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter/Ve serin serviler altında kalan kabrinde/ Her seher bir gül açar; her gece bülbül öter.”

Sezai Karakoç modern Türk şiirinin öncü isimlerindendi, İkinci Yeni’nin temel taşlarından birisiydi. Şiirini de, inancını da hep yükseklerde tuttu. Şiirin ve inancın alınıp satıldığı süfli siyaset pazarlarına itibar etmedi, iktidar erkine hep uzak durdu, yürüyüşlerine asla hayranlık duymadı.

Entelektüel anlamda hiçbir komplekse kapılmadan Doğu’nun da Batı’nın da kapılarını açmakta tereddüt etmedi ve şiiriyle, sanat anlayışıyla, fikri derinliği ile hep bir medeniyet inşası gayreti içinde oldu.

Umarız bugün çıkarlarını inançlarına tercih eden kesimler dahil hepimiz, içinde yaşadığımız toplumun hokkabazlıklarına hiç bulaşmamış, tevazu ve sevgiyle bu dünyaya veda eden Sezai Karakoç’u biraz olsun anlamaya çalışırız.

/Bana sormayın böyle nereye/Koşa koşa gidiyorum/

Alnından öpmeye gidiyorum/Evleri balkonsuz yapan mimarların/ dizeleriyle modern hayatı sorgulayan dünyaya sürgün büyük bir şairi uğurladık, o büyük sevgiliye…

/Sana geldim, ayaklarına kapanmaya geldim

Af dilemeye geldim affa layık olmasam da

Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi

Sevgili, en sevgili, ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim./

Büyük şairimize Allah’tan rahmet diliyorum…

MEHMET OCAKTAN/KARAR



Anahtar Kelimeler: ...