Öğretmenliğimin daha ilk aylarıydı. Günlerin nasıl geçtiğinin, hiç farkına varmadan, çetelelerin çokluğunu hesaplıyordum her gece. Geçmekte inat eden gecelerde de, kitapların sıcaklığıyla yüreğimi ısıtıyordum. Yatmadan yarım saat önce, mutad olduğu üzere günlüğüme, o gün yaşananları kayıt düşüyor ve sonra uykunun ürkek tıkırtılarına bırakıyordum kendimi.
Öyle ya, uzak bir köydeki öğretmenin hayatı, ancak kendisini ilgilendirirdi; ama yine de yazma tutkusunun hep esiriydim yıllardır.
Takvimler 1997 yılını gösteriyordu. İlçeye, epey uzaktı ilk görev yerim ZARA Ütükyurdu Köyü. Dağların ortasında, etrafı ormanlarla kaplı şirin bir köydü. Köyün ortasından geçen "Habeş Çayı", coşkusunu hiç yitirmiyordu.
Salı günleri Zara´nın pazarıydı. Hemen hemen herkes, haftalık alış verişini yapmak için ilçeye iniyordu. Beni ilgilendiren köyün posta acentesi Akif POLAT´ın pazara inmesiydi. Onun getireceği mektuplar, bir hafta içimi ısıtmak için yetecekti. Nitekim öyle de oluyordu. Akif Abi, mektuplarımı öğrencilerimle gönderir, beni de muhakkak akşam yemeğine çağırırdı.
**
Günler, yalnızlığın en ateşli şiiriyle yakıp kavuruyordu benliğimi. Üniversite yıllarının hareketli günleri gitmiş, yerine; okul ile lojman arasında geçen bir hayat gelmişti.
Mutlu ve hüzünlüydü yüreğim. Sahi, neden mutluluk beraberinde hüzünleri de taşırdı anlayamadım. En sevinçli anlarıma, çıkınımda sakladığım hüzünler şahitlik ederlerdi.
Ara iklim psikolojisi diyordum, yaşadığım ruh haline. Hüzün ile mutluluk arasında kalan bir psikoloji...
Aralık ayının ilk gününde, karın dağlara merhaba dediğini görünce tuhaf bir sevinç yayıldı içime. Dünyaya seyri suluk eden bu muhteşem tiyatroya ellerimi açtım usulca.
Karla beraber köyde ev oturmaları başlamış, kapanan yolların ne zaman açılacağına dair rivayetler dolaşır olmuştu. Yolların kapanması, beni delice sevindirirdi. Kendimce oyunlar bulurdum, hayatımı renklendirmek için. Yolların kapanmasına, elektriklerin gitmesine hiç aldırmaz, saatlerce yağan karın altında delice dolaşırdım. Herkes biraz tuhaf karşılardı kışı sevmemi ama; ben umursamazdım söylenenlere...
**
Günler, bir birini takip ediyor ve ben yalnızlık şiirleri yazıyordum ajandama. Ramazan ayı, biraz köyü hareketlendirmişti. Herkes, sıra ile bir birini yemeğe davet ediyordu. Elbette, en başmisafir köylerinin öğretmeniydi. Yetmiş, seksen yaşındaki adamların başköşeyi göstermeleri, beni utandırıyordu. İftar sonu topluca teravih kılmaya gidiyor, ardından da yine gece çay içmesine toplanıyorduk bir evde.
Yavaş yavaş alışıyordum bu ilk görev yerime. İlk göz ağrısı derler ya, işte bu köy ilk göz ağrımdı benim...
**
Nihayet, sıkıntılı günleri bitiren gelişme, Akif Abi´nin sayesinde yaşanmıştı. Canıma minnet, sevindim göle atılan bu taşa.
İsterseniz biraz bahsedelim öykü kahramanımızdan.
(Uzun müddet İstanbul´da yaşamış, hayatın çetrefilli yokuşunu görmüş biri. Ve günün birinde, elinin tersiyle iterek her şeyi, dönüvermiş köyüne.
Irmağın kıyısındaki evinde, eşiyle sakin bir hayat yaşamaya koyulmuş. Hanımından da bolca Suşehri ve Sis hatıraları dinlerdim akşamları. Sakin dediğime bakmayın, muhakkak bir yolunu bulup hareketlendirirdi köyü. Çok sevdiği iki tane gövel ördeği vardı. Akşamüzeri okulun oraya doğru ördeklere bakmaya gelir ve elinden hiç düşürmediği sigarasıyla beni selamlardı. Kafasına göre hareket eder, kimseyi dinlemez bir yapıya sahipti. Misafiri hiç eksik olmazdı. Beni de muhakkak akşam yemeğine çağırırdı. Eşinin, kuzineli sobada yaptığı taze "kömbeleri" sanırım hiç unutamayacağım. İlk tanıdığımda karar vermiştim, saklı bir hayatı taşıdığına. Saklı bir hayat, saklı bir hayat...
Köyde telefon sadece Akif Abi´nin evindeydi. Telefonu gelenleri, seslerdi ara sıra. Ama meşakkatli işti onun için, herkesi telefona çağırmak.
Bu meşakkatten bunalmış olacak ki; İstanbul´daki köy derneğinden, bağıra çağıra hoparlör getirttirmişti.
Köyün yüksek yerine diktirdiği direğe, onları bağlattı. Mikrofon düzenini de, telefonun tam yanına yerleştirdi. Artık telefonu gelenleri daha rahat çağırıyordu. Eline mikrofonu alıyor ve hiç durmadan anons ediyordu çağrı sahiplerini...)
**
Beni de seve seve dâhil etmişti bu kervana. Telefonum geldiğinde, mikrofonu eline alıp zangır zangır köyü titretirdi:
"-Alo, alo, alo öğretmenin telefonu var. Alo, alo, aloooooo öğretmen nerdesin telefonun var."
Koşa koşa beş dakika da oraya varırdım. Bazen de telefon gelmez, laflamak için çağırırdı. Âlem adamdı Akif Abi. Onun için bir eğlenceydi mikrofonla konuşmak. Şamata hiç eksik olmuyordu; yolları karla kapanmış bu orman köyünde...
Köyün haftada yedi gün kapalı küçük bakkalı Kemal Emmi´yi de gülerek anons ederdi:
"-Alo, alo Kemal, Kemaaaaaalll, İstanbul´daki gızından telefon var. Gelirken de iki paket Maltepe getir? "
Lojmanın hemen karşısında oturan Zeycan Halayı da anons zincirine dahil etmiş,
"-Zeycan Zeycan ahırda mısın gız! Telefonun var. Geldin geldin yoksa daha çağırmam" diye bas bas bağırırdı. Zeycan Hala kulak kabartmış bir vaziyette, "Deli Akif´i kızdırmayım" diye söylene söylene yola revan olurdu.
Gülmekten kırılırdım, bu anonsları duyunca. Bazen de köye kızar, bağırıp çağırırdı mikrofonda. Eşinin memleketi Suşehri´ne birkaç günlüğüne gider, geldiğini belli etmek için teybe kaseti kor ve mikrofonu açıp millete dinlettirirdi. Hatta bir adım daha ileri gidip, eline mikrofonu alıp, Zaralı Halil`in türküleri söylerdi bütün ahaliye:
"Kösedağı derler büyük manzara
Bir yanı Suşehri bir yanı Zara
Otur çiçekliye zülfünü tara
Durup eylenmeli burda bir zaman"
Günler biraz hareketlenmişti. Hatta, bazen keşke birinin telefonu gelse de, Akif Abi onu telefona çağırsa diye beklerdim...
Köy ilçeye uzaktı, öteydi yalnızda ama değişik bir hareketi barındırıyordu içinde. Sanki büyük bir tiyatronun içinde gibiydim. Ütükyurdu Köyü koca bir sahne ve bizler de birer oyuncuyduk adeta.
**
Nedense hüzünlü hatıralar, hep beni bulur sevgili okurlar. Hiç kaçamam hüzün ormanlarından. Hele de saklı hayatlar yok mu, daha bir ilgimi çekerler. Alın size bir saklı hayat. Anlatayım da dinleyin...
Yine bir akşamüstü, sıkıntı ile lojmanın bahçesinde dolaşırken Akif Abi çıkageldi yanıma. Kısa bir hasbıhalden sonra, içeri buyur ettim onu. Sobanın üzerinde dakikalarca, ateşle söyleşen demliğin de çağrısına kulak vererek, çayı caba ettim demliğin içine... Tuhaf bir durgunluğu vardı yüzünde. Ağlamaklı ses tonuyla:
"Hoca benim İstanbul´daki oğlan ağır hasta imiş, kendi ağzından bir mektup yaz da durumunu sor" dedi.
Anlayamadım, tanımadığım birine nasıl mektup yazardım. Ama Akif Abi anlattı durumu. Oğluyla yıllardır küsülüymüşte, onun için bana yazdırıyordu mektubu.
Hay hay dedim. Zaten ben dayanamazdım ahlara. Öyle ya, zaten hayatım boyunca saklı hayatların gizleri hiç peşimi bırakmamıştı. Ve yazdım mektubu kendi ağzımdan hiç tanımadığım birine.
Derken onbeş, yirmi gün sonra cevap geldi uzaklardan. Ve mektup, bir köy öğretmenini kışın şiddetinde ağlatmaya yeterdi de artardı bile. Akif Abi´nin oğlu, bana döküyordu yüreğini:
" Hocam, mektubuna ziyadesiyle sevindim. Ben çok iyiyim. Aman babam iyi olsun da ben önemli değilim. En kısa zamanda gelip ellerinden öpeceğim..." diye uzun uzadıya destansı bir hasreti anlatıyordu.
Mektubu okur okumaz soluğu Akif Abi´nin yanında aldım. Yazılanları aynen ona okudum. Ben mektubu okurken, o penceresinin altından geçen ırmağa bakıyor ve gözyaşlarını o çağıltılarla birleştiriyordu sanki.
Köylünün Deli Akif dediği adam adeta gitmiş yerine müşfik bir baba gelmişti. Gözyaşlarını, koca koca nasırlı elleriyle sildikten sonra, hafif bir ezgiyi kaydetti yüreğime:
"Meskenim gurbet eldir
Zindana hacet kalmadı.
Felek aldı intikamın
Kimseye hacet kalmadı.
Lülesi altın olsa
Susuz çeşmeden su içilmez.
Kendisi aslan olsa
Düşenin dostu olmaz."
Bu ezgi hiç unutulmamak üzere ajandam da yerini almıştı çoktan. Öyle ya, hasbelkader kendi günlüğünün başyazarı, kaybetmemeliydi bu hatırayı. Bende kaydettim yaşananları. Sahi, herkesin bir öyküsü vardır değil mi sevgili okurlar? İyi ki herkesin bir öyküsü var. Yoksa, saklı hayatları nasıl dillendirirdik yarınlarda...
OSMAN ÇELİK