Tarih: 20.11.2021 11:25

Sezai KARAKOÇ Önce Şairdir!

Facebook Twitter Linked-in

Sezai Karakoç önce şairdir

 

sezaijpg.jpgYıllar önce Sisler Bulvarı şairinin ardından yazdığım yazıya “Attila İlhan önce şairdir” diyerek başlamıştım. Sezai Karakoç için de aynı hatırlatmayla söze girmek istiyorum.

Şairlerin -ve diğer bütün sanatçıların- toplumsal ve siyasi düşüncelerinin veya eylemlerinin aslında, bilinen tanımla, “bize hakikatin ne olmadığını fark ettiren” eserlerinin gövdesindeki filizler olduğunu bilmemiz gerekir.

(“Memleket batıyor, sen şiirden bahsediyorsun” diyenler çıkacaktır şimdi… Oysa şiire, romana ve cümle sanatlara daha fazla vakit ayırsaydık şimdi zaten bugünkünden farklı bir ülkede yaşıyor olurduk… Sanata, felsefeye, bilime -ve bunlar için eğitime ve kültürel zenginleşmeye- yüzünü dönmüş bir toplumda yaşıyor olsaydık “memleketi batırmasından” endişe ettiğimiz bugünkü siyasi ve toplumsal şartlar belki söz konusu olmazdı…)

Hatırlayanlar olursa, bu sütunlarda bir süre tecrübe ettiğimiz Cumartesi Yazıları kapsamında, modern(ist) Türk şiirinin “nihai” hamlesi olarak, 1950’lerde dünyadaki ve Türkiye’deki büyük sosyokültürel dönüşüm hareketlerinin paralelinde, İkinci Yeni akımının çıkışını uzunca tartışmıştık. Ama şu da var ki Sezai Bey’in vefatıyla aramızdaki son temsilcisini de kaybetmiş olduğumuz İkinci Yeni’nin her bir şairinin kendi özgün dünyası içinde ayrıca değerlendirilmesi gerektiği açık.

Bu çerçevede Sezai Karakoç’un şiir dünyasının İkinci Yeni akımını oluşturan diğer şairlerden farklılığının ekstra vurgu gerektirmeyecek derecede belirgin olduğu da ortada. Zira “Hızırla Kırk Saat” şairinde moderniteye tepki, öbür İkinci Yeni’cilerden farklı bir zeminde ortaya çıkar. Modernitenin doğurduğu problemler onun için –sadece- şehir hayatının sıkıcılığı, monotonluğun doğurduğu sıkıntı, varoluşun anlamsızlığı, hayatın saçmalığı… değil; çağdaş insanın kendi asli problemlerine ilgisizliği, modernleşmenin elimizden aldığı değerler, ayağımızı bastığımız zeminin güvenirsizliği vs.dir… Kökümüzü, anılarımızı, hatta belleğimizi yitirmemizdir.

Ortak -gibi görünen- izlekler aslında farklı yaklaşımları dışa vurur. Sözgelimi İstanbul, Karakoç şiirinde Beyoğlu, Galata, Kumkapı vs. değildir; daha çok Sultanahmettir, Süleymaniye’dir, Kapalıçarşı’dır.

İkinci Yeni’nin diğer şairlerinden farklı olarak, Sezai Karakoç şiirinde aşk, kadınla erkek arasındaki cinsel yakınlığın ötesinde bir anlam taşır. Karakoç’ta aşk romantiktir, gelenekte olduğu gibidir, aşkın(transandantal)dır.

Kişilik özelliklerinin ve dünya görüşünün farklılığının orta çıkardığı özgünlükten söz ediyoruz. Belki yine bu özgünlük teknik ve yapısal konularda da farklı tutumlar almasının sebebi olabilir. Biliyorsunuz, İkinci Yeni’nin temel meselesine sahip çıktığı halde, diğer arkadaşları gibi -veya en azından onlar kadar- sözdizimini bozmayı, çağrışıma yaslanmayı, anlamdan kopuk söyleyişleri benimsememiş olması da Karakoç şiirinin özelliklerindendir.

“Körfez”, “Şahdamar” ve “Sesler” kitaplarının oluşturduğu üçlemede yer alan şiirlerin temel meselesi, Garipçilerin hücumuna uğramış ve epeyce zedelenmiş olan şiir sanatının ihyasıdır. Bundan sonraki evrede ise İslam medeniyetinin ihyası yolundaki özgün entelektüel gayretlerinin yansıması görünür.

Sezai Karakoç şiirinin iki evresi var bence. “Körfez”, “Şahdamar” ve “Sesler” kitaplarında yer alan şiirler şair Karakoç’un şiirleridir; sonraki evrenin şiirleri ise düşünür-şair Karakoç’un eseridir.

Benzetmek yanlış olmazsa, ilk evrede yer alan şiirler insanın bu dünyadaki konumunu sorgularken, ikinci evrede yazılmış olanlar, insanlığın evrendeki konumunu anlamlandırmaya yönelik bir bakış açısının eseridirler.

Karakoç şiirinin ikinci evresinde daha çok medeniyet problematiği çerçevesinde dile gelen hissiyat başattır. Ana izlek artık diriliştir ve bu diriliş, düşünür Sezai Karakoç’un ürettiği “diriliş” kavramıyla aynı anlam alanını paylaşmaktadır.

İslam medeniyetinin topyekun dirilişini savunan ve bu hedefin gerçekleşmesinin yollarını gösterme iddiasıyla bir misyon adamı olarak ortaya çıkan şairin bu dönemdeki şiirlerinde Süleymaniye, Kapalıçarşı, Halep çarşısı, Şam sokakları, Dicle ve Fırat’ın suları, Kızılırmak toprağı, Nil rüzgarı, Mevlana Celaleddin’in bakışı, Muhiddin Arabi’nin nefesi, “Hızır fısıltısı”… vardır.

Bu dünya modernitenin dünyası değildir. Bu dünya “bugünün” dünyası değildir. Ama “bizim” olan bir dünyadır; diriliş rüyasını gören ve şiiriyle bu rüyayı seslendiren şairin ilhamının kaynağıdır bu dünya.

Karakoç’un şiiri bu evresinde “modernliğin” sınırları içinde kalıp kalmadığı tartışılacak ölçüde geniş bir arazide at koşturur. Bildiğimiz modern insanın duygularını ve duyarlığını yansıtan bir deneyimin ifadesi değildir artık bu şiir. Elbette ki modern insanın yaşayışındaki amaçsızlığı, anlam eksikliğini, endişeyi sürekli hatırlatmaktan geri durmayışı bakımından moderndir. Ama esas olarak aşkın olanın peşindedir artık. Şair yeri geldiğinde bir ermiş gibi, bir bilge gibi konuşur; yeri geldiğinde bilgelerin, ermişlerin hikayelerini anlatır bugünün insanlarına.

Karakoç artık neo-klasik şiire yönelmiştir.

Doğu edebiyatının en meşhur hikayelerinin başında gelen Leyla ile Mecnun’u mesnevi formunda, ama bugünün şiir anlayışıyla yeniden yazması neo-klasik tavrın en uç örneğidir.

***

Karakoç şiirinin neo-klasik dönemi, başlangıçta yer yer epik bir tavrın çevresinde gelişmiştir. “Hızırla Kırk Saat”, “Gül Muştusu” ve “Taha’nın Kitabı”nın oluşturduğu üçleme, hem anlatımı hem de içeriği itibarıyla bazen masallara, halk hikayelerine, bazen peygamber kıssalarına ve menkıbelere dönüşen büyük bir destandır. Doğunun destanıdır, kadim orta doğunun, Selçuklu ve Osmanlı Anadolu’sunun destanıdır, İslam medeniyetinin destanıdır, “insanlığın medeniyet destanı”dır.

Epik üçlemeden sonra, biçimsel olarak “Körfez-Şahdamar-Sesler” üçlemesindeki ilk dönem şiirlerini hatırlatan; ama modernden çok geleneksel bir duyuşa yaslanan, lirikten çok dramatik havada olan şiirler çıkagelir.

Özellikle Ayinler’den itibaren “eski şiirin rüzgârıyla” gelen bir ilham bulutu, bugünle geçmişi birbirine katıştıran; geçmişi bugünde, bugünü geçmişte canlandıran mistik bir atmosferde hikemî içeriği öne çıkan bir şiir demeti getirmiştir bize.

İşte bu evrede Leyla ile Mecnun gibi, neo-klasik tanımının tam karşılığı sayılabilecek bir eser ortaya çıkmıştır.

Karakoç şiirindeki neo-klasik deneyim, Türk şiirinde örneği olmayan, çok özgün ve parlak bir girişimdir.

Bir bütün olarak ise Sezai Karakoç’un şiiri, modernitenin geleneğe, maneviyata ve ezcümle fıtri olana indirdiği ölümcül darbeye karşı modern şiirin soylu cevaplarından biridir.

İBRAHİM KİRAS/KARAR




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —