Sanki her şairin ruhunda doğuştan bir cevher, bir ana eğilim var, doğduktan sonra içindeki bu nüveyi besleyip büyütüyor ve bir gün bu tele basıldığında içte biriken ses bir şekilde boşalıveriyor… Bir şairin/yazarın eserlerine bakarak, sanatını tahrik eden aslî cevheri tespit etmek mümkün. Meselâ Peyami Safa ve Necip Fazıl’ı tahrik eden asıl nüve, ruhlarına sinmiş buhrandır. Eserlerinin temelindeki asıl güç, bireyin iki zıt eğilim arasındaki ruhsal ve fikrî çırpınışları!.. İkisinin de diline ruhtaki ‘huzursuz ben’ egemen.
Peki Sezai Karakoç?.. Onun sanatını tahrik eden cevher neydi acaba? Necip Fazıl ve Safa’daki buhran olmadığı kesin!.. Kısakürek ve Safa, bu buhrandan dine ve mistisizme kulaç atarak kurtulmaya çalışırlar. “Çile” şairinde tasavvufa yönelme daha belirgin. Ama yine de buhran sürüyor. Karakoç’ta bu anlamda bir buhran yok! Ama hüzünlü, mahcup, kırgın ve karşılık bulamamış bir aşk var. Ayrıca Kısakürek ve Safa’da buhranı besleyen ve eserlerine de yansıyan bir bohem hayat görülüyor. Karakoç’ta bu yok. Şiirlerinin diplerini kazın, sonunda masum, mahcup, inanmış taşralı, bir “güneyli çocuk” bulursunuz. İçindeki masum aşkı daima koruyan kırgın taşralı çocuk. Doğduğu coğrafya, bitki örtüsü, inançları ve folkloruyla şiirlerine yansıyor.
Şiirini tahrik eden aşktır bence, ölünceye kadar içinde koruduğu, sakladığı aşk!.. “Yağmur Duası”nda ben, Tanrı’nın aşk badesi içirdiği ve şair eylediği o masum taşralı çocuğu buluyorum:
“Nedense aldanmış ilk gece annem,
Afsunlu bir gömlek giydirmiş bana.
İşte vuramadı gökler bana gem,
Dinmedi içimde kopan fırtına.
Nedense aldanmış ilk gece annem.” (Gün Doğmadan, 2007, s. 11)
Nedir o ‘afsunlu gömlek ki, giydikten sonra içindeki fırtına bir daha hiç dinmemiş, sonra bir yağmur gibi sağanak hâlinde boşanmıştır şiir. Ah o bulutlar!.. “Bana ne yaptıysa yaptı bulutlar” (s. 11). Ve bu badeyi içtikten sonra bir daha bulutlar açmayacak, yağmur dinmeyecektir: “Ben geldim geleli açmadı gökler” (s. 12) diyecektir aynı şiirde. Şiir sağanak hâlinde yağar artık. Yağmur, şiirinde sıkça geçen önemli bir imgedir, anahtar imge. Şaire düşen bundan sonra yağmura tahammül etmektir. Öyle der zaten; “Bugün yalnız yağmura tahammül edeceğim/ Ta boğazıma kadar çıkan deli yağmura/ (…) şu belâlı yağmura…” (s. 32) Gün Doğmadan’da “Mona Roza”ya birinci sağanak der, bahar sağanağı…
Necatigil’in gurbet, hasret, hikmet diye formüle ettiği şiir burcunda tam on üç sağanak var Karakoç’un. Son sağanak “Alın Yazısı Saati”: Kış sağanağı. Ölüm ve diriliş… Her sağanak, aşkın üzerine bina edilmiş bir yükseliş. Tıpkı Mecnun’un Leylâ’ya aşkı gibi, önce ‘ben’in aşkı; mahcup ve masum, ama kırgın ve acı… Daha ilk şiiri “Rüzgâr”da bu kırgınlık ve hüzün kendini açığa vuruyor: “Uçurtmamı rüzgâr yırttı dostlarım!” (s. 9). Uçurtması yırtılan çocuk ne yapar? “Sana doğru uzanan çaresiz ellerim” diyor Mona Rosa’da. Ne yapabilir ki?.. Aşkı göğsünde çiçek gibi taşıyamaz elbette, “Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum” demekten başka çaresi yoktur! Bu ıstırapla Fuzuli’nin Türk şiirindeki akrabasıdır Karakoç. Şiirinin diplerinde kendisine bir tek köşesini bile ayırmayan, “Evlerinin içi gurur döşeli” (s. 54) bir sevgili var. Öyle derin ve güçlü bir aşktır ki bu! Meselâ; “Sana baktım yıllarca hep aynı özlem penceresinden”, “Kadınlar taş heykeller gibi gelip geçer sarı kayalardan/ Hangisine baksam sen kımıldar sen seslenirsin içerlerden” (s. 67) vb. pek çok dizeye yansır.
O hâlde altını çizelim: Karakoç’un şiirinin muharrik kuvveti, kökü Fuzuli’ye değin uzayan bir aşktır. Bu aşk sonra “Hızırla Kırk Saat”, “Taha’nın Kitabı”, “Gül Muştusu” ile ben’den biz’e, bireyden topluma, parçadan bütüne, ‘ümmet’e ve medeniyet’e doğru evrilecektir.
ALATTİN KARACA/KARAR