Geçen hafta Şîrâz’da idim. İran’daki görevimin bitişine bağlı olarak bazı veda ziyaretlerine başladım. Evvela canlılardan (?) başlayayım istedim. Hâfız ve Sâdi’ye ‘Hudâ hâfız’ demek için huzurlarına vardım. Fâtiha’mı okudum. Hâcu-yi Kirmânî, Hâfız-ı Şîrâzî, Ruzbihân-ı Baklî, Molla Sadra-i Şîrâzî, Kutbuddin Şîrâzî gibi yüzlerce bilgenin çıktığı bir yer Şîraz. Bize çok uzak değil. Hem mânen hem cismen.
THY doğrudan İstanbul – Şîrâz uçuyor. Hem de haftanın her günü. Turizm acentalarına bu destinasyonu, yani Şîrâz – Yezd – İsfahan üçgenini hararetle tavsiye ederim. Dönüş İsfahan’dan olabilir. Şîrâz’da Hâfız, Sâdî, Şahçerâg ziyaretleri, Nârencistân ve İrem bahçeleri, Vekil Mescidi ve Nasîru’l-mülk Mescidi (özellikle 9.00 gibi), Vekil Hamamı, Vekil Çarşısı ve Persepolis olmazsa olmaz. Ayrıca kışın kışlakta yazın yazlakta yaşayan göçebe Kaşkayi Türkleri’nin örf ve âdetlerini ve Erdeşir Sarayı’nı merak ediyor iseniz daha güneye, Fîruzâbad’a kadar (110 km) gitmeniz lazım.
Şahçerâg Mescidi mezheplerarası diyalog açısından görülmeli bir yer. (Dinlerarası diyaloğa ayırdığımız vakti mezheplerarası diyaloğa ayırmadık maalesef). Güzel restore edilmiş bir Şia camisi. Tabii ki caminin türbe kısmında yatan zatı da tanımamız lazım. 7. imam Musa Kâzım’ın (Bağdat’ta) oğlu ve 8. İmam Ali Rıza’nın (Meşhed’te) kardeşi Mir Seyyid Ahmed b. Musa. Yörede kendisine “Işıklar Şâhı” lakabı verildiği için cami bu adla anılıyor.
Fakat şunu da üzülerek belirtmeliyim ki İran’da imamzade olmayan âlimlerin, âriflerin kabirleri aynı ihtimamı görmüyor. Zaten çoğu da kaybolmuş vaziyette. Mesela Şîrâz’da büyük sufi, tefsir sahibi Ruzbihan-ı Baklî’nin kabrini bilen yoktur, kendi araştırmalarınızla bulursanız da kapısı hep kilitlidir, ziyaret edemezsiniz. Bir levhası bile yoktur. Kazvin’de Ahmed-i Gazzali’nin, Tus’ta Ebu Hamid-i Gazzali’nin kabirleri de böyledir. Bu uygulamanın tek istisnası belki Sa’di ve Hâfız’dır denebilir. Sebebi de önceleri dil milliyetçiliğinin kuvvetli olduğu devrim öncesi dönemlerde bu kimseler Fars edebiyatının iki büyük ustası olarak görüldüklerinden, şimdilerde ise yerli halkın ve yabancı turistlerin rağbet etmelerinden dolayı ayakta kalabilmiştir.
Şîrâz’da kadim dostum Dr. Kasım Kâkâi’yi telefonla aradım. Kendisi hem üniversitede profesör olarak ve hem de havza-i ilmiyye’de hüccetülislam olarak ders veren bir “muammem”, yani din adamı, âlim. İbn Arabi’de Vahdet-i Vücud üzerine doktora tezi hazırlamıştı. O yıllarda tanışmıştık. Sahavet timsali dostum hemen aynı gün akşam yemeğine evine davet etti. Uzunca sohbet ettik. Dertler müşterek aslında. Şîrâz şehrinin adını kötüye çıkaran Şîrâziler denen Şia Selefilerinin nasıl kendisi gibi düşünenlere zorluklar çıkardıklarını anlattı. Normal süreçte kendisinin çoktan ayetullah olması gerekirken bunların engellemeleri yüzünden olamadığını nakletti. Eskiden böyle değildi dedi. Mesela üzerine Servi Ağacının Hikayesi adında bir kitap yazdığı hocası Ayetullah Necâbet Şîrâzî’den bahsetti. Fıkıh derslerinde dahi Baba Tahir’in şiirleri üzerine (basılmış), Hâfız’ın şiirleri üzerine konuştuğunu söyledi. Şebüsteri’nin Gülşen-i Raz’ı üzerine yaptığı şerhin de yakın zamanda basılacağını ilave etti. “Biz böyle hocalardan ders gördük şimdi bu tarz fıkıhçı/kelamcılar nerden çıktılar bilmiyorum” dedi.
Şîrâz manen de bize uzak değil derken kasdettiğim Anadolu ile kuvvetli bir kültürel bağının olması. Anadolu’daki tarihi kabristanlarda Şîrâzî künyeli pek çok mezar taşı okursunuz. Bu da geliş gidişin şimdikinden çok daha hareketli olduğunun delili.
Mesela Kutbuddin Şîrâzî, h. 634’te Şîrâz’da dünyaya gelmiş. Konya’da “Şeyh, muhakkık, mükâşif, kâmilü’l- mükemmel” olarak tanımladığı İbn Arabi’nin görüşlerini Sadreddin-i Konevi’den öğrenmiştir. İbnü’l-Esîr’in Câmiü’l-usûl fî ehâdisi’r-resûl adlı hadis eserini yine Konevî’den dinlemiş ve okumuştur. Mevlâna ile de görüşmüş. Eflâkî onun Mevlâna ile görüşmesindeki muhteşem sembolizmi uzunca anlatır. Muhteva olarak bence İbn Arabi ile İbn Rüşd görüşmesinin aynısı. İbn Sina’nın dev tıp eseri el-Kânun üzerine, Sühreverdi’nin Hikmetü’l-İşrâk’ı üzerine şerhler yazmış ve böylece İbn Sina, İbn Arabi ve Sühreverdi sistemlerini bir araya getirmiş bir âlim. Üstelik Sivas ve Malatya kadılıklarında da bulunmuş bir fıkıh âlimi. Sivas Gök Medrese’de müderrislik yaparken Şerhü’l-muhtasar isimli ilk eserini de burada yazmış. Mufassal bir de tefsiri var. Görüyor musunuz Geleneğin kadısını, âlimini, fıkıhçısını?. Filozof, sufi, fakîh. Kaybettiğimiz âlim tipi bu aslında.. Modern İslam din anlayışını bunlar belirlemiyor artık.
Son dönem Konya’ da neşet etmiş âlimlerimizden Tahir Büyükkörükçü hoca bir vaazında: “Eskiden Konya’mıza Erzurum’ dan, Kayseri’ den hocalar gelirdi. Onların vaazları çok neşeli geçerdi. Güller, bülbüller… Sebebini sorarsanız o hocaların ders okuturken Şeyh Sâdi-yi Şîrâzi’nin Gülistan ve Bostan’ını da yanında okutmalarıydı. Bugün biz de biraz böyle ders yapalım” demiş. İşte hep vurguladığım gibi ister Şii olsun ister Sünni Müslüman din adamlarının sığlaşması, donması, bu irfan geleneğimizden sapmaları ile ortaya çıktı.
Belki de Yahya Kemal’in dediği gibi “Rindlerin Ölümü” bu aslında, veyahut öldürülmesi.. Münir Nureddin ustadan şu dizeleri dinlerken gözünüzü kapatın ve Şîraz’ı hayal edin;
Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle
Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şîrâz’ı hayal ettiren ahengiyle
Ölüm âsude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.
Evet o gönül iklimi bir buhurdan gibi her yerde tütecek Allah’ın izniyle ama Hâfız bizim topraklarımızda o kadar içselleştirilmiş, o kadar yerli kılınmıştır ki şiirleri üzerinde Bosna’lı Sûdî’den Konyalı Vehbi Efendi'ye varıncaya kadar 35 Osmanlı düşünürü şerhler yazmışlardır. Ne İran’da ve ne de Hind’de bu sayıda şerh yazılmamıştır.
Ne demişler fala inanma ama falsız da kalma. Bazı kitaplar bu iş için kullanılır. En meşhuru Hâfız Divanı’dır. İster inanın ister inanmayın bu konuda bir hatıramı nakletmek istiyorum. Büyük İslam filozoflarından Molla Sadreddin Şirâzî üzerinde İran devleti her 5 senede bir beynelmilel sempozyum yapmaya karar vermişti. (3 kere yapıldıktan sonra rafa kalktı). İlki 1999 yılında düzenlenen bu muhteşem sempozyuma 600 bilim adamı katılmıştı. Sempozyumun sonunda bizi Şîrâz’a geziye götürdüler. Hâfız’ın türbesindeki kitapçıda Farsça-İngilizce beraber basılmış Hâfız Divanı görünce satın almış ve türbeyi koltuğumun altındaki bu kitapla ziyaret ediyor idim. Karşıma, gruptan William Chittick (Şemseddin), James Morris (İbrahim), Alan Godlas (Abdulhak) gibi meslektaşlar çıktı. Hepsi de tez öğrencilikleri yıllarında İran’da yaşamış kimselerdi. Chittick bana tebessümle; “Kitabın hayırlı olsun, hadi niyet tut, aç bakalım bahtımıza ne çıkacak” dedi. Bir kenara çekildik ve ben Bismillah diyerek denileni yaptım. Olmaz böyle bir şey. Hepimizin ağzı açık kaldı. Beş gündür Tahran’da Varlık, Vücud, Ontoloji hakkında tebliğler sunmuş, konuşmalar yapmış akademisyenler idik. Hâfız’ın divanından 428. gazeli çıktı karşımıza. Mahlas beytinde diyordu ki;
“Vücûdımâ muammâyist Hâfız
Ki tahkîkeş fusûnest o fesâne”.
Yani;
“Bizim Varlığımız bir muammadır Ey Hâfız.
Onun hakkında konuşmak, araştırma yapmak
bir büyüden, bir efsaneden başka bir şey değildir”.
Hepimiz birbirimize bakakaldık. Adeta suçüstü yakalanmış çocuklar gibi, ben yapmadım o yaptı der gibi başlarımız kabrin önünde eğildi. Tabir caizse Hâfız ağzımızın payını vermişti.
Saygıyla eğiliyorum Hâfız-ı Şîrâzî’nin ve bu İslam mektebinin önünde..
MAHMUD ESAT KILIÇ/YENİ ŞAFAK