Deniz üşüdü. Güneş daha geç doğuyor. Sarı bir esas renk iddiası taşısa da rüzgar karıştırıyor onun aklını. İnsanların yakaları kalkık. İçerde ürperti ile uyarış arasında gidip gelen bir kımıltı var. Yaratıcı bir telaş duygusu doluyor ellere. Parmak uçlarına. Bahar uyarır, yaz uyuşturur, kış üşütür ancak sonbahar mutlak diriltir. Aklın vakti diyeceğim ona duyguların sarmalıyla örülen. Ve gittikçe elimizden alınan bir şiir sakı. Kırların deli koynunda hala hüküm sürerken bizim şehirlerimizi terk etmekte olan bir aşk bilgesi.
Öyle, çünkü bir birliktelikler armonisi sayılan şehirlerin kimliği bozulunca mevsimler de aradan çekilir. Bozgun duygusuyla at başı giden sonbahar en derli toplu hayat sunuşunu yapar oysa şehre. Şairin ‘sonbahar sanattır, diğerleri mevsim’ demesi bundan olmalı. Üzüm, ayva, elma, ceviz, nar, zeytin gibi nice meyvenin sonbaharla kemale ermesini insanın sonbaharda kendisi ile hesaplaşmasıyla da bir tutmalı. Ağaç elma verdi, nar aşkından çatladı sen ne yaptın diyen iç sesi duymalı. Ağaçların kitabında da yazanla insanın yazdığı kitabı aynı hizaya koymalı.
Sonbahara bütün şanını veren ağaçlardır. Eğer ağaçlar olmasaydı bu kadar derinden duymazdık onu. Uzakta, su boyunca dizilmiş üç beş uzun kavaktaki altın sarısı hışırtı senfonisi olmasa neye yarardı sonbahar. Sadece sarı mı, yeşil asıl toprak ve çürüme rengine erinceye kadar kırmızıdan turuncuya, mordan küf grisine değin elvanlarını böylece bulur. Yok oluşun senfonisini duyabiliriz bir yandan bu geçişkenlikte. Yekpare düz tutmuş şeftali ve kayısı ağaçlarının kehribar yapraklarla sonbaharı kuşandığı manzaralar her an bizi kucaklamaya hazırdır bir yerlerde. Ancak bunu görmek için artık dışarıya, şehirlerin dışına çıkmak gerekir. Bozulmuş bağların, toplanmış elmaların arasından geçmeden, insanoğluna yenilikçi bir teselli olarak sunulan mevsim geçişlerini idrak etmek başka türlü nasıl mümkün olsun? Sudaki titreyişi görmeden, kırağıya konuk gelen ürpertiyi hissetmeden yaşadığımızı nasıl bileceğiz? Gazel diye bir kelime vardı dilimizde dökülmüş yaprağı karşılamak için. Şiire de tür olan gazel artık çok az evin bahçesinde yanan ateşte genze dokunuyor. Amacım, kırı, kenti, taşrayı özleyip yüceltmek değil. Ne var ki bizim şehirlerimiz, (Alman şehirleri öyle değil mesela, Aşkabat, Taşkent öyle değil, Londra değil, Paris, Oslo hiç değil) sonbaharsızdır nicedir. Çünkü ağaçla kurulan o ezeli örüşüm çoktan yıkılıp gitti. Bugün sonbahar şiiri yazacak bir şairin önünde mesela mevsim yoktur ki onu yazabilsin. O yüzden soruyorum, dönüp dolanıp sonbaharı övelim mi yoksa onu yaşayalım mı?
Bir kırk yıl evvel okul kitaplarında mevsimleri anlatan resimler vardı. Muhtemelen dönemin hünerli elleri çiziyordu o resimleri. Dışımızda geçip gideni bize hatırlatırdı o resimler. Kış, İlkbahar, Yaz ve Sonbahar çocuk muhayyilemde yeniden mayalanıp olgunlaşmıştır onların etkisiyle. İmkanım olsaydı, bugünlerde Geyve sırtlarından Taraklı, Göynük istikametine doğru kat kat yükselen sonbaharın peşine düşer, ruha bir iç teselli telkini gibi sızan havaya teslim olurdum yine de. Belki bu hayalle bile birazcık teselli buluyorum ama, bir insan hakkı olan mevsimleri hissetme, yaşama hakkı ne olacak? İstanbul’da, şehrin içinde neredeyse onu duyup yaşamak imkansız. Her taraf bina, beton, yol. Rüzgarla ağaç, renkle ses, buğu ile ışık bir olup o senfoniyi seslendiremiyorlar. Nostalji duygu efekti olarak güzeldir ama bir geçmişte yaşama gerçekliğine büründüğünde ölümün ismine dönüşür. Gülhane Parkı, Belgrad Ormanları, Emirgan ve Yıldız Parkı gibi mekanlarda nispeten yaşanılabilir sonbahar. Ne var ki biz bir mevsim turisti değiliz ki? Yıllarca içtiği memba suyu, su müzesine kaldırılmış bir adam gibi hayretle ona mı bakalım? Sokağa çıktığımızda bir şaka şemsiyesi gibi yana yatan ağacı görmeyeceksek nereye gidelim, kime ne soralım?
Nasıl olacak bu? Elbette geri dönüşsüz bir yolda olduğumuzun bilincindeyim. Nasıl kış dahil diğer mevsimler elinden alındıysa İstanbul’un sonbahar da hayatımızdan çok duygularımızda kalacak. Duygularımız da soğuyup katılaşınca o da müzeye kaldırılacak. Uzakta bir yerlerde, kırda, tabiaatta sonbahar insan gözünden bir başına dökülüp gidecek. Bazen kendi kendime mırıldanıyorum, mevsimlere göre kurulup şekillenmemiş şehirler neye yarar ki? Onlar çevremizin anasır-ı erbaası değil mi? Söğüt yaprağındaki sarı ile çitlembikdeki damar moru renk bize bir şey söylemeyecek mi? Balıklar bir bir terk ettiler hayatımızı. Son müsilaj felaketi ile, İstanbul ve balıklar arasındaki dil de soğudu. Lüfer ne olacak artık? Onu düşünen var mı bu bakımdan? Bir yokluk iklimine geçerken yine şiire mi tutunacağız. ‘ Güz kendi yaprağını yiyor elimden’ diyen Paul Celan rehber olur mu bize?
Ömer Erdem/KARAR GAZETESİ