SU YANGINI
Sivas / Ulaş, Karacalar Köyü, 1978
Buraya geleli iki yıl kadar oldu, Karacalar’da üçüncü ders yılına başlamak üzereyim. Ankara’da yapacak işim yok, erken geldim biraz.
Fazlaca erken olmuş.
Ağustos ortası, köyde kimseler yok, küçüklü büyüklü, kadınlı erkekli herkes harmanda. Harman yeri Ulaş’a doğru bir kilometre kadar, ara sıra yanlarına uğruyorum, düvenlerine biniyorum. Çocukluğumda da binerdim Döğer’de, İhsaniye’de. Aynı çocukça hazzı yaşıyorum. Atlı düven samanların üstünde kayar, daireler çizer vızzz vızzz, çok keyiflidir.
Çoğunlukla öğlen saatine denk getirip aşlarına ortak oluyorum. Domates, karpuz, peynir, haşlanmış yumurta, lavaş.
Bugün harman yerine gitmedim, bomboş köyü beklemeyi yeğledim. Elmalar olmuş, çok lezzetliler, kırmızı kırmızı. “Yarın biraz toplayıp götüreyim harman yerine.”
Elma ağaçlarından birinin altına bir sandalye çekmiş, aylak aylak oturuyorum. Hükümet değişti, Bülent Ecevit iktidarda, gözüm kulağım Ankara’da, kafam okulumda.
“Silmişler midir kaydımı acaba?”
Cızırtılı radyomu açıyorum, TRT öğlen haber bülteni bitmek üzere.
“Öğrenci affı” falan diyor, heyecanlanıyorum. Sonraki haber bülteninde daha dikkatli dinlemeliyim.
Radyoyu kapatıyorum. “Bu öğrenci affı gerçekleşirse artık buradan ayrılmam gerekecek.”
Sıcak havada, elma ağacının gölgesinde bir yandan uyuklarken, bir yandan düşünüp genel bir değerlendirme yapıyorum.
Mesleğimin başında olmama rağmen verimli geçti buradaki yıllarım. Çocuklarıma normal ilkokul müfredatı derslerinin yanı sıra, koşullar elverdiğince müzik zevki aşılamaya çalıştım. Ulaş Devlet Üretme Çiftliği konserimiz, Baharözünde köy okullarının buluşup birlikte türküler, marşlar söylediği 23 Nisan etkinliği, koromuzla civar köy okullarına gidip oralarda verdiğimiz küçük konserler.
Konser verdiğimiz her köyden ayrılışımızda çocuklar, “Gine gelin örtmenim, gine gelin örtmenim!”
Türkülere eşlik ettiğim bağlamayı tanıyorlar da, okul şarkılarına eşlik ettiğim gitarı ilk kez görüyorlar.
Offf, hava çok sıcak, iyice uyuştum. Bir elma yiyeyim bâri, sonra da sandalyenin üstünde kestiririm biraz.
***
Ağacın altında amma da uyumuşum. O gördüğüm rüya da neydi öyle, orkestralar konserler, seyirciler, alkışlar…
Oda orkestrasının zurnaya eşlik ettiği nerede görülmüş? Sonraki parçada da orkestra ile birlikte bağlama vardı, tuhaf bir rüya. Mevhibe hanım, Özden hanım, İsmet İnönü paşa, paşanın çellosu… Karmakarışık bir rüya.
Hava çok sıcak, biraz sert bir rüzgâr var, rüzgâr da sıcak.
Tam kafamın ortasına dalından kopmuş bir elma düşüyor.
“Havada başıboş dolaşacak değil ya, dalından kopmuş, tepene düşer elbette,” diye aklımdan geçirip gülümsüyorum.
Sonra Karabayır’a doğru inişe geçmiş olan kızgın güneşle baş başa, bomboş köyün, bomboş okulun bomboş bahçesindeki ağaçların kızarmaya yüz tutmuş elmalarının altında yapayalnız, karnı acıkmış, lojmanında da yiyecek bir şey kalmamış durumda bir garip kişi olduğumu fark edip sesli sesli düşünerek, sesli sesli, biraz da ağlamaklı, kendi kendimle konuşmaya başlıyorum.
“Hem zaten diyelim ki havada başıboş dolaşan bir elmaydı. Bu durumda benim kafaya yukarıdan doğru değil, yan taraftan çarpardı. Tam tepeme çarptığına göre Newton… Saçmalama oğlum, al elmayı ye işte, zaten karnın da aç. Hacıyâgup akşama nohut pilava çağırdı ama akşama daha çok var, bununla açlığını bastır.”
Elmayı almak için uzandığım sırada sıcak rüzgârın uğultusundan biraz daha farklı ve kuvvetli bir uğultu duyuyorum havada. Etrafımda bir toz bulutu oluşuyor.
Sıcak rüzgâr ve ürkütücü duruma gelmiş olan uğultunun eşliğinde kafama, yüzüme bir şeyler çarpıyor, sanki birisi yüzüme avuç avuç fırından yeni çıkmış Çorum leblebisi atıyormuş gibi.
Suratımda ve kafamda ilk acıları hissediyorum.
Amanın, milyonlarca arının içindeyim. Yüzümü, kafamı, elimi, açıkta olan her tarafımı sokmaya başlıyorlar. Yerimden fırlıyorum. Yapacak tek şey var, bağıra bağıra, çırpına çırpına, kafamı yüzümü tokatlaya tokatlaya çeşmeye doğru koşuyorum.
Oturduğum yerden çeşmenin mesafesi yirmi otuz metre kadar. Çeşmenin yalağından bahsetmiştim daha önce, demiştim ki, “O yalağa şöyle bir uzansa insan sığar.”
Yalak buz gibi suyla dolu, yüzükoyun atıyorum kendimi içine. Rahat rahat sığıyor, kafamı da nefesim yettiğince suya gömüyorum. Nefesim tükenince kafamı çıkartıyorum, suyun üstü arılarla kaynıyor.
Suyun üstü yanıyor gibi geliyor bana, suda yangın var.
Nefes almak için kafamı her çıkartışımda üç beş arı suratımı sokuyor, tekrar yalağa sokuyorum kafamı.
Yalaktaki suyun üstünde yangın var, arı yangını, su yangını.
Birkaç nefes alıp kafayı tekrar suya gömüyorum.
Neyse, en son kafamı sudan çıkarttığımda bakıyorum arı bulutu uzaklaşmakta. Suya bakıyorum, beş on arı debeleniyor. Saçlarımın arasında birkaç tane daha var.
Şansımdan Seferaa’nın karısı Ayşe Ayten (Ayşaanam) gitmemiş o gün harmana, evdeymiş. Bağırtımı duyunca koşup gelmiş.
Kafa, göz, el, kol onlarca yerinden sokulmuş halde, sırılsıklam, yeni doğmuş sıpa gibi titreyerek yalaktan çıkıyorum. Hemen yoğurt yetiştiriyor Ayşaana. Hem yediriyor bolca hem de sokulan yerlerime sürüyor, arı sokmasına karşı panzehir.
Yılın bu zamanlarında arılar oğul verirmiş. Arı sürüleri, kovan buluncaya dek bir süre havada bulut kümeleri gibi başıboş gezer; sonra ana arının konduğu bir ağaç dalı, saçak, duvar, artık ne denk gelirse, üzüm salkımı gibi toplanırlarmış.
Ana arı kafamı kovan zannetti herhalde, öğrenmenin yaşı yok, şükür bunu da öğrenmiş olduk.
Seferaa’nın karısı, Garpız Memed’in karısına anlatıyor, o da evdeymiş, koptu geldi yukarıdan.
“Yaagup ooretmen ölacaadı az gala gııı. Gendini yalaa atmış da gurtulmuş.”
Yalanım varsa Allah beni yalak taşı yapsın, Ayşaana ile Garpız Memed’in karısı Sultan Yıldız tanığımdır, aynen böyle oldu.
***
(Not: İki ay kadar önce köye ziyarete gittiğimde (Ocak 2023) ikisi de sağ salim hayattaydı. Allah uzun ömürler versin.)
Su Yangını yirmi ikinci öykü, sayfa: 120