Karşıdaki ses “Bir damar buldun, gidiyorsun. Kes artık” diyordu.
Tehditle devam etti; “Haddini bildiririm” cümlesini kurdu.
Dediği oldu.
Peki, neydi o sözleri duymasına neden olan? Filmi geri saralım.
Erdoğan Bayrakdar adlı bir başsavcı vardı. “Ülkücü muhafazakâr” kimliğiyle bilinirdi. 15 Temmuz darbe girişiminden günler önce Tokat’ta göreve başladı. FETÖ’nün mülki idare yapılanmasına dair çok ciddi bir soruşturmayı yürütüyordu. Örgüt imamlarının itiraflarıyla ülkenin dört bir yanındaki FETÖ mensubu kaymakamlara, vali yardımcılarına ve valilere ulaştı. Çektikçe çorap söküğü gibi geliyordu.
Ancak soruşturma ilerledikçe büyük bir duvarla karşılaştı. Konuşulan o ki: her şey FETÖ şüphelisi kaymakamların referansını İçişleri Bakanlığı’na sormasıyla başladı.
Önce bakanlık bürokratları müdahale etmek istedi. İstenilen şuydu: Soruşturma dosyası Ankara’ya gönderilmeliydi. Öyle ya, Tokat gibi küçük bir Anadolu şehrinin imkânlarıyla yürütülemezdi bu dosya! Ancak Başsavcı Bayrakdar asıl niyeti anlamıştı, üstü kapatılacaktı, taviz vermedi.
Sonunda...
Bu görüşmelerden netice alınmayınca, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu telefona sarıldı.
İddia o ki: Cumhuriyet Başsavcısı’na önce adeta hesap sorar gibi talimat vermeye kalktı. Beklemediği bir cevapla karşılaştı.
Bunun üzerine, girişte alıntıladığım ağır sözleri söylediği öne sürüldü.
Sonra ne mi oldu? Başsavcı Bayrakdar kışın ortasında jet hızıyla Yargıtay’a sürüldü.
Yerine gelenler soruşturmanın seyrini değiştirdi.
Aradan bir süre geçti...
Bayrakdar bu kez Kırıkkale Cumhuriyet Başsavcısı olarak görevdeydi. Lakin, Devlet Bahçeli’nin Alaattin Çakıcı’yı hastanede ziyaret etmesinden kısa süre sonra yine koltuğundan oldu. Bahçeli ise Başsavcı Bayrakdar’a sahip çıktı: “Görevden alınmasının arkasında yatan asıl gerçek ve gerekçenin bizim ziyaretimizle ilgisi olmadığına inanmak istediğimi özellikle belirtmek istiyorum. Bu durumun vuzuha ermesi, tavzih ve telafi edilmesi arzum ve beklentimdir.”
Sonunda...
İddia o ki: Cumhurbaşkanı’nın da sahip çıkmasıyla Bayrakdar, Ankara Batı Başsavcı Vekili oldu. Belki iyi bir rütbeydi ama biliyoruz ki FETÖ ile mücadele konusundaki deneyiminden faydalanılamayacaktı.
Evet, Tokat’ta başlayan soruşturmanın üzerinden yıllar geçti. Peki, Fethullahçı yüzlerce mülki idare mensubunun akıbeti ne oldu?
İnsanın aklına gelmiyor değil:
Acaba Başsavcı Erdoğan Bayrakdar devam etseydi...
Şu an halen görevde olan valilerden ya da kendisini başka tarikata aitmiş gibi gösteren nüfuzlu bürokratlardan gözaltına alacakları olacak mıydı? Kim bilir?
Hayat ne garip. Bu ülkede ben Sedat Peker ile aynı “terör örgütüne” üye olmakla suçlanıp yargılandım. Ergenekon kumpasından Silivri’de tutukluyken biraz ötedeki koğuşta Peker yatıyordu. Kelebek operasyonundan tahliye olmasına günler kala, Fethullahçılar onu da Ergenekon’dan tutukladı.
Düşünüyorum şimdi o günleri...
Cezaevindeki Peker’i nasıl hatırlıyorum?
Avukat görüşüne çıktığımızda koridorda karşılaşırdık. Normalde tutukluların birbiriyle konuşması yasaktı. Ancak tutuklu Peker olunca, gardiyanlar bir şey diyemiyordu. İnsana garip gelen ve dahası sert yüzünü bildiğim için biraz da endişelendiren bir nezaketi vardı. Her karşılaşmada, benim de aralarında olduğum tutuklulara “Bir şeye ihtiyacınız var mı” diye sorduğunu anımsıyorum.
Benim yoktu. Ama birçok tutukluya bulamadıkları kitabı temin ettiğini duyardım.
Koğuştaki televizyonun bir kanalında merkezi sistemden sinema filmi yayını yapılırdı. Oradaki filmlerin seçiminde Sedat Peker’in katkısının olduğu konuşulurdu hep.
Bir gün koğuşun kapısı açıldı, gardiyan elinde kocaman bir Maldivler fotoğrafıyla geldi. Meğer Sedat Peker duvarlara asılsın diye tüm koğuşlara manzara posteri hediye etmişti. Cezaevinde tevatürdü, güzelliğe meraklı Yalçın Küçük’e ise dünyaca ünlü modellerin fotoğraflarını gönderdiği iddia edilirdi.
Silivri’deyken Fethullahçıların Aksiyon dergisine verdiği söyleşi çok tartışıldı. “Çıkmak için pazarlık yapıyor” diye konuşuldu. Doğru muydu, bilmiyorum. Ama ceza almaktan ve Ergenekon tahliyelerine kadar içeride kalmaktan kurtulamadı. Üyelikten ceza alması ise onun profiline göre az bulundu. Öyle ya gazeteciler bile müebbetlik olmuştu.
Silivri üzerine çok kitap yazıldı. Ama ben biliyorum ki, asıl anılar henüz yazılmadı.
Önce özet: İmam Mustafa Demirkıran Ayasofya Camisi’nde Atatürk’e lanet okudu. Cumhurbaşkanı Erdoğan da oradaydı. MHP lideri Bahçeli ise “Herkes bilsin ki, Gazi Mustafa Kemal Atatürk bizim ve milletimizin kırmızı çizgisidir” dedi.
Bahçeli’nin bu çıkışını “Cumhur İttifakı’nda çatlak” diye okuyanlar oldu. Katılmıyorum. Ancak, arşivdeki benzer bir “kırmızı çizgi” vurgusu ilginç bir zamana denk düşüyordu.
Şöyle ki...
Bundan üç yıl önceydi. Cumhur İttifakı’nın ortakları AKP ve MHP arasında iki konuda kriz vardı: Af ve Öğrenci Andı.
MHP lideri 23 Ekim 2018’de Meclis’te şöyle dedi:
“Milli kimliği çayın içinde erimiş şeker gibi yutturmaya kalkışan... Bize kırmızı çizgi hatırlatması yapan... İçindeki MHP husumetini saklayamayan gafiller unutmasınlar ki, MHP’nin kırmızı çizgisi Türklüğün varlığı ve bekasıdır.”
Aynı gün...
Bahçeli AKP ile yerel seçim ittifakı yapmayacağını da ilan etmişti:
“Hiçbir ittifak çatladı, çatlıyor ihbarlarıyla, şartların kollanmasıyla varlığını devam ettiremeyecektir. AK Parti içinde ittifakı dinamitlemek isteyenler taklalar atabilirler. Kendi yolumuzu sadece kendimiz çizeceğiz.”
Bunu diyen Bahçeli, ancak Erdoğan’ın yoğun temasları sonrasında tekrar ittifak çizgisine geri dönmüştü.
Barış TERKOĞLU/Cumhuriyet Gazetesi