TRAJİKOMİK BİR TEMA ÜZERİNE...

TRAJİKOMİK BİR TEMA ÜZERİNE...

Yakup KIVRAK Yazdı...

TRAJİKOMİK BİR TEMA ÜZERİNE SENFONİK VARYASYONLAR

(Biraz uzun bir yazım, umarım okurken sıkılmazsınız. Ama yakın eğitim târihimize dâir küçük bir ışık tutan yazımdır. Bire bir yaşanmıştır ve bu bilgileri başka hiçbir yerden, hiçbir zaman alamayacaksınız.)

 

GİRİŞ

(…) Orkestra dergisinin Mart ya da Nisan sayısında yer alan ilginç bir yazının başlığından yola çıkarak müzikçilerimizin bir sorununa değinmek istiyordum. Dergiyi kaldırmıştım bir yana, oysa öyle güzel saklamışım ki şimdi bulamıyorum. O yazının başlığı sanıyorum şöyle bir şeydi: “Yard. Doç. Dr. Vırt Zırt vs.”

YÖK’ün akademik unvanları müzikçilere hiç mi hiç yakışmıyor. Ne demek yardımcı doçent ya da araştırma görevlisi piyanist? Genç bir keman virtüözümüzün yardımcı doçent diye ünlenmesi ona ne katar? Yardımcı sözcüğünü ev hanımları, gündelikçi çalışan kadınlar için kullanıyor.

Bir müzikçimiz neden doçent yardımcısı durumuna düşsün? Şoför muavini mi sanıyorlar müzikçileri? Yine YÖK terminolojisinde sanatta yeterlilik diye bir lâf var. Gerçekte bir sanatçının yeterliliği sahnede belli olur. Çıkarsın sahneye, çalarsın programı, yeterli misin değil misin görürüz. (…)

Ahmet Say (Müzik Yazarı, Müzik Araştırmacısı 1996 Cumhuriyet Gazetesi)

 

(…) Bizim konservatuvarlardaki çalgı öğretmenlerinin bir bölümünü, öğrettikleri çalgıyla dinleti yaparken, orkestra eşliğinde konçerto çalarken pek göremezsiniz. Teklif gelirse nedense kibarca reddederler. Hattâ adı çok ünlü hocalar arasında geçip de, yıllardır sahnede, piyano başında hiç görünmeyenler vardır. Çoğunun öğrencilerini sadece “sözel” olarak yönlendirdiği, kendilerinin çalarak pek göstermediği anlatılagelir.

Bazıları 12 Eylül sonrasında bir gecede YÖK’ten verilen akademik unvanları da taşırlar. Ancak, yurt dışında master, doktora yapmış, çalgılarını yetkin biçimde çalan pek çok genç sanatçılarımız, öğretmenlerimiz de var. (…)

Şefik Kahramankaptan (Gazeteci, Müzik Yazarı 31.05.2012 Cumhuriyet Gazetesi)

 

TEMA

Yüksek Öğretim Kurumları (YÖK) Teşkilatı Kanunu

Kanun Numarası: 2809, Kabul Tarihi: 28.03.1983, yayınlandığı Resmî Gazete tarih ve sayısı: 30.03.1983 / 18003

GEÇİCİ MADDE 10: Bu kanun kapsamına giren yüksek öğretim kurumlarında görevli 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa tabi öğretmenler ile Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsünde çalışan lisansüstü öğrenim yapmış görevlilerden ve Devlet Güzel Sanatlar Akademileri ve bunlara bağlı Sinema TV Enstitüsü ve diğer bağlı yüksekokullarda çalışan öğretim görevlilerinden, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun öğretim üyeliği için belirlediği bekleme süresi dışında kalan şartları 1987 yılı sonuna kadar yerine getirenler öğretim üyeliğine yükseltilip atanabilirler. Ancak bu gibilerin yardımcı doçentliğe atanmaları için en az 4, doçentliğe atanmaları için en az 8 profesörlüğe atanmaları için en az 15 yıl, resmi eğitim -

öğretim kurumlarında öğretim görevi yapmış veya Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsünde çalışmış olmaları gerekir. Bu öğretmenlerden ve öğretim görevlilerinden sanat dallarının birinde görev yapan ve durumları Yükseköğretim Kurulunca çıkarılacak yönetmelikteki esasları uygun olanlar 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun hükümlerine tabi olmaksızın ve bu maddedeki süreleri kendi alanlarında tamamlamış olmak şartıyla, 1983 yılı sonuna kadar müracaat etmiş olmaları halinde, Üniversitelerarası Kurulun önerisi ve Yükseköğretim Kurulu kararı ile öğretim üyeliklerinden birine yükseltilip atanabilirler.

***

Hepsini anladım da, bu Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştıma Enstitüsü meselesini anlayamadım. Ne alâka? Yunus Emre der ki, “Yerden göğe küp dizseler, birbirine bendetseler, alttakini bir çekseler, seyreyle sen gümbürtüyü.”

Bizim branşta en alttaki küp maalesef Kenan Evren’in 2809 sayılı YÖK Kanununun Geçici Onuncu Maddesidir. Sakın bu küpü yerinden oynatmayın, yoksa halimiz duman.

Bu en alttaki küpü bir çekseniz, seyreyle sen gümbürtüyü.

Sağcısı solcusu, ortacısı kenarcısı, Kenan Evren’i doksanında yargıladınız, mahkûm ettiniz. Adam yargılanırken günahlarıyla beraber öldü gitti. Her yerden isimlerini kaldırdınız.

Peki, Kenan Evren’in YÖK’ü neden hâlâ ayakta? YÖK’ün de Kenan Evren ile beraber hayata gözlerini yumması gerekmiyor muydu?

***

Varyasyon 1

Dünya eğitim tarihinde doksan yılda adı bu kadar çok değişen bir başka eğitim kurumu var mıdır acaba?

Mûsikî Muallim Mektebi, Gazi Orta Muallim Mektebi Müzik Şubesi, Gazi Terbiye Enstitüsü Müzik Şubesi, Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü, Gazi Yüksek Öğretmen Okulu Müzik Bölümü, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Müzik Öğretmenliği Programı, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Müzik Öğretmenliği Anabilim Dalı.

Hepsi aynı okul, aynı çatı altında müzik öğretmeni yetiştirir.

Bu isimleri doksan yıla bölecek olursak ortalama on iki buçuk senede bir adı değişmiş.

 

Varyasyon 2

Ülkemizin en büyük üniversitelerinden olan Gazi Üniversitesine köken olmuş olan Mûsikî Muallim Mektebi’nin bugün bu üniversitemizin en alt birimi olan anabilim dallığına indirgenmiş olması üzüntü verici elbette.

Oysa Mûsikî Muallim Mektebi yıllar içinde büyütülüp, genişletilip, yeni yeni mekânlar eklenip dev bir müzik okuluna dönüştürülebilirdi, dönüştürülmeliydi.

İçinde sanatçı, solist sanatçı, besteci, eğitimci, müzik bilimci yetiştiren ayrı ayrı kolların, dalların, bölümlerin olduğu, evrensel sanat müziği, halk müziği, divan müziği bölümlerinin, çalgı üretim ve onarım atölyelerinin ayrı ayrı yer aldığı kocaman bir müzik okulu.

Ne YÖK’e, ne Gazi Üniversitesine ne de Hacettepe Üniversitesine bağlı ve bağımlı olmadan çalışıp işleyen, özerk büyük bir müzik okulu.

Anadolu’da kendisinin minyatür örneklerini yeşertmeliydi. En azından Cebeci’deki o olağanüstü güzellikteki bina tarihsel önemi ve değeri de göz önüne alınarak korunabilmeliydi.

Maalesef olamadı.

 

Varyasyon 3

1981 Yılında hepimiz YÖK’lendik. Ankara Devlet Konservatuvarını Hacettepe Üniversitesine, Gâzi Müzik Öğretmenliğini ise yeni kurulan Gâzi Üniversitesine bağladılar. Artık bundan sonra hem sanatçı yetiştirmede, hem müzik öğretmeni yetiştirmede YÖK kuralları ve üniversiter sistemi geçerliydi.

Millî Eğitim Bakanlığına bağlı olarak bu okullarda ders veren öğretmenlerdik hepimiz. Uzunca bir süre YÖK bizleri ne edeceğini bilemedi.

Öyle ya, üniversitemizde hoca olduk ama bırakın lisansüstünü, lisansımız bile yarım, üç yıllık eğitim enstitüsü mezunlarıyız hepimiz.

İlk çare olarak öğretim görevlilerinin sayısını azaltmak istediler, kıstasları belli olmayan “üniversitede istihdâmına gerek duyulmayanlar” diye bir şey çıkartıp, sorgusuz sualsiz pek çok arkadaşımızı orta dereceli okullara müzik öğretmeni olarak atadılar.

Bu geçiş dönemi sancılıydı gerçekten. Bir yandan 12 Eylül karanlığının ürkütücü sessizliği, bir yandan Millî Eğitim Bakanlığına bağlı bir yüksek öğretmen okulu iken üniversiteye ve dolayısıyla yeni kurulmuş olan YÖK’e bağlanmanın şaşkınlık ve tedirginliği, yıllarca süren “Ne olacağız?” kaygısı.

Daha sonra bazı çözümler üretilip sistem içinde bir yerlere oturtulduk. Her şeyimizle bir nevî yüksek lise görünümümüzden kurtulup üniversitelileşmeye çalışıyorduk.

Liselerde olduğu gibi bir öğretmenler odamız vardı. Ders aralarında asistan, hoca, hepimiz orada toplanır çayımızı içer, sohbet eder, dinlenirdik. Burası aynı zamanda tüm hocaların sıklıkla bir araya geldiği, meslekî görüş alışverişinde bulunduğu, her öğrenciyi hep bir arada değerlendirme olanağının bulunduğu önemli bir mekândı.

Bir öğle arasında tüm hocalar toplanmışız burada, kimi sefer tasında getirdiği yemeğini yiyor, kimi çay içiyor, her zaman olduğu gibi öğrenciler hakkında ortak değerlendirmeler yapılıyor. Espriler ve sıcak sohbet, kahkahalar.

Hizmetlimiz Zeynelaa kapıyı açtı. “Hocam, tahan (‘Dekan’ demek istiyor.) hanım gelecaamış Sadettin hocanın yanına, habarınız olsun,” dedi. Bölüm başkanımız Sadettin Ünal’ın odası, bizim öğretmenler odasının bitişiğidir. Zeynalaa’yı ve söylediklerini kimse kaale almadı. On beş dakika kadar sonra kapı yavaşça açıldı, çoğumuz ilk kez görüyoruz, ve hayatımızda ilk kez bir dekan görüyoruz. Sayın dekanımız Prof. Dr. Rüçhan Arık ve arkasında bölüm başkanımız, sevgili hocam Sadettin Ünal.

Tahan Hanım içeri girmedi, sarışın kafasını uzattı, kapıdan sert sert, çok sert baktı bir süre.

“Bu ne durum Saadettin hoca? Burası bir üniversite mi, kahvehane mi anlayamadım doğrusu. Bu odayı iptal ediniz. Her hoca kendi odasında olacak bundan sonra. Üniversitede böyle olur,” dedi ve arkasını dönüp hızlı hızlı, sert sert adımlarla yüreyerek gitti.

Sayın dekanımızdan üniversitenin nasıl bir yer olması gerektiği konusundaki ilk bilimsel dersimizi almış olduk böylece. Acaba üniversitelileştirilebilindik mi, üniversitelileştirilebilinemedik mi?

Eğer üniversitelileştirilebilindiysek bu, ilk dekanımız sayın Prof. Dr. Rüçhan Arık sayesindedir.

Üniversitelileştirilebilinmiş ilk kişilerden biri olarak, o yılları anarak kendisine sevgi, saygı ve selamlarımı iletiyorum.

Süreç içinde daha iyi üniversitelileştirilebilmemiz adına çareler üretilmeye başlandı. Önce apar topar ve hızlı bir şekilde üç yıllık eksikli lisanslarımız dördüncü yıla tamamlatıldı. Kurumumuzda bir yandan ders veren hoca, bir yandan ders alan öğrenci konumuna geldik. Kazâsız belâsız lisansları tamamlayıp gerçek üniversiteli olduktan sonra çözümler peş peşe gelmeye başladı.

Baktılar doktora işi zor, bunun için master yapmamız gerekecek, doktoranın yerini tutacak olan ama unvan olarak adımızın önünde kullanamayacağımız bir program yaratıp adına “sanatta yeterlik programı” dediler. Hepimiz sanatta yeterlik sınavından geçirildik ve akademisyenlik yolumuzdaki en önemli engel ortadan kalkmış oldu.

1991 yılında bir gün sabah rutin kahvaltımı edip rutin bir şekilde derslerimi yapmaya okuluma gittiğimde bölüm sekreterimiz Lütfiye, elime bir sarı zarf tutuşturdu.

Zarfı açtım, içinde “YÖK kararı ile öğretim üyeliğine yükseltildiğim ve yardımcı doçent yapıldığım yazıyordu.

Bismillah, hiçbir akademik çaba harcamadan, akşam öğretim görevlisi unvanı ile yatıp sabah yardımcı doçent unvanıyla kalkmışım.

YÖK’de bir kurul toplanmış, Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde çalıştığımız süreler baz alınarak kimimiz yardımcı doçent, kimimiz doçent, kimimiz profesör yapılmışız. Belli bir süreden daha az görev yapanlar yardımcı doçent, belli bir süreden fazlalar doçent ve daha fazla olanlar ise profesör olmuş. Bana yardımcı doçentlik pâyesi düşmüştü, çünkü devlet hizmetim yedi yıl idi. Sekiz yıl olsa doçent olacakmışım.

Uzun yıllar içinde ağustos bozkırındaki ekin tarlaları gibi sa-rarmış o resmî yazıyı hâlen dosyamda saklarım. Bire bir paylaşıyorum.

***

 

T.C. YÜKSEKÖĞRETİM KURULU BAŞKANLIĞI

İadeli Taahhütlü, Bilkent / Ankara

Sayı APK 08/03-03-061, 30.05.89 - 11359

 

Sayın Yrd. Doç. Yakup Kıvrak

Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi ANKARA

 

2809 Sayılı Kanun’un geçici 10. Maddesi ve ilgili yönetmelik hükümlerine göre Üniversitelerarası Kurul’un 28 Aralık 1987 tarihli toplantısında yardımcı doçentliğe yükseltilme ve atanması önerilen Yakup Kıvrak’ın durumu görüşülmüş ve konunun incelenmesi için kurulmuş bulunan komisyon raporu da gözönünde tutularak Yakup Kıvrak’ın yardımcı doçentliğe yükseltilmesi, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Müzik Eğitimi (Viyolonsel) Anasanat Dalı yardımcı doçentliği kadrosuna atanması uygun görülmüştür. Bilgilerinizi ve gereğini rica ederim. UYGUR TAZEBAY Başkanvekili (Islak İmza)

DAĞITIM: Gereği için Gazi Üniversitesi Rektörlüğüne ANKARA

BİLGİ İÇİN: Yrd. Doç. Yakup Kıvrak’a, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi ANKARA

İyi, güzel de, o tarihte Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Müzik Eğitimi (Viyolonsel) Anasanat Dalı diye bir şey yoktu ki. Hiçbir zaman olmadı, gerek yoktu zaten.

Varyasyon 4

Elli dokuz yıl sonra gelen aydınlanma dönemimiz. On yılda müzik okullarımız yeşerdi Anadolu’nun derinliklerinde onlarca, kitaplar, makaleler, sunumlar, tezler birbirini izledi, yüzlerce.

Yeni üniversitelerimiz, bunlara bağlı olarak yeni konservatuvarlarımız, yeni müzik öğretmenliği, yeni müzikoloji bölümlerimiz açıldı ardarda.

Müzik öğretmenliği okullarımıza hocalar lâzımdı. Pek çoğu önce bölümü açıp ardından hoca arayışına girdiler.

Bu konuda çeşitli illerimizde görev yapmakta olan müzik öğretmenlerimiz imdâda yetiştiler. Yıllardır açılmayan enstruman kutuları açıldı, bulundukları illerde açılan bölümlere keman,viyola,viyolonsel,flüt,piyano hocaları olarak atandılar.

Üniversiter sisteme ve bunun uzantısında bilimsel yola girilmişti, bunun dönüşü yoktu artık. Eksik lisanslar tamamlandı, dil kurslarına gidildi, ÜDS sınavları geçildi, sıra geldi doçentlik için, profesörlük için kalan son engellerin aşılmasına.

Bilimsel yayın, kitap, makale, tez ve puan toplanılabilecek her şey. Müzik eğitimimizin bitmeyen sorunlarını irdeleyen, bitmek bilmeyen seminerler, paneller, sempozyumlar, kongreler… Yüzlerce bildiri, binlerce sonuç ve öneriler, hepsi de “…melidir”, “…malıdır” ekleriyle biten ve on yıllardır hiç biri hayata geçirilemeyen, gerçekleşemeyen.

Meselâ şöyle bir doktora tez konusuna ne dersiniz? “Kontrabasın Türk müzik eğitimindeki yeri ve önemi.”

Uzun uzun araştırmalar, anketler, korelasyon hesaplamaları yapılmış, sonuç ve önerilerle bitmiş. Bunun gibi çok sayıda lisans, lisansüstü, doktora tezleri elimden geçti yıllar içinde.

Ve kitap enflasyonu. Bilimsel kitap niyetine çeşitli enstrümanlar için albümler. Keman albümleri, viyola. viyolonsel albümleri, piyano albümleri, flüt albümleri.

Zeki Üngör ve arkadaşlarının zorlu 1924 şartlarında hazırladıkları Mûsikî Muallim Mektebi müfredatının gerektirdiği enstrumanların albümleri.

Ana okulları, ilköğretim okulları için ders kitapları yazılıp basıldı çokça. Neredeyse hepsi birbirinin aynı, pek çok yanlışlarla dolu onlarca müzik ders kitabı yıllarca okullarda çocuklarımıza okutuldular, hazırlayanlara yüklü akademik puanlar sağladılar. Bunlardan çekmecemde duran ve gülümsemeye gereksinimim olan durumlarda çıkarıp sayfalarını karıştırdığım bir tanesi özellikle çok hoştur gerçekten. 1996’da basılmış bir ilköğretim müzik dersi kitabından noktasına virgülüne bire bir alıntı:

(…) Yedi tane nota çeşiti vardır. Nota çeşitleri şunlardır: Birlik Nota, İkilik Nota, Dörtlük Nota, Sekizlik Nota, Onaltılık Nota, Otuzbirlik Nota, Altmışdörtlük Nota. Süre uzunlukları ne olursa olsun, notalar, porte üzerine yazılırlar. Porte de çizgilerden ve aralıklardan meydana geldiğine göre, notalar, ya çizgilerin üzerine ya da aralıklara yazılırlar.

Sus işareti: Seslerin kesildiğini belirtmek için kullanılan işaretlerdir. Su işaretleri de notalar gibi, çeşitli süre uzunluklarında olabilirler. Yedi çeşit sus işareti vardır.

Ses: Müzik sanatının iki önemli ögesinden biridir. Müzikal sesler,, cisimlerin ve havanın titreşimlerinden meydana gelir. Sesler birbirlerinden Tını (ses rengi), Yükseklik ve Gürlük gibi nitelikleriyle ayrılırlar.

Tını: Sesin veya bir müzik aletinin ton özelliğidir.

Gürlük: Sesin kuvvetli veya hafif olmasıdır.

Yükseklik: Sesin kalın veya ince olmasıdır.

Ses değiştirici işaretler: Önüne koyulduğu notaların sesini değiştiren işaretlerdir.

Dizi: Seslerin sırayla birbiri arkasından ve tonalite kurallarına göre dizilmesine dizi denir.

Tonalite: Dizilerin kuruluşlarını meydana getiren kuralların tümüdür.

Ölçüler: Basit ölçülerde alttaki rakam, bir zaman‟ı dolduran süre değerini belirtir. Üstteki rakam ise, ölçünün içindeki zaman‟ların sayısını gösterir. (...) Bileşik ölçülerde, alttaki rakam, bir zaman‟ın üçte birini dolduran süre değerini belirtir. Üstteki rakam ise, ölçünün içindeki süre değerlerinin sayısını gösterir.

Çoğaltma noktası: Sesli ve sessiz süre değerlerini çoğaltmak için sürelerin sağ tarafına konulan noktaya çoğaltman noktası denir. Bir notanın veya sus işaretinin sağına konulan çoğaltam noktası, o notanın veya sus işaretinin değerini yarı değeri kadar çoğaltır.

Dönüş işareti (Senyö): Bir müzik parçasının iki yerinde dönüş işareti bulunuyorsa işaretin ikinci kez bulunduğu yerden, işaretin ilk bulunduğu yere dönülür. Buradan başlayarak FIN (son) yazan yere kadar devam eder ve parça burada biter.

Dolap:Bir müzik parçasında tekrar edilecek bölümün sonunda veya sonuna doğru bir değişiklik yapılan yerde önce çalınması veya söylenmesi gereken kısıma (1), ikinci tekrarda çalınması veya söylenmesi gereken kısıma ise (2) rakamı koyulu. İşte bu rakamların koyulduğu kısımlara “dolap” denir.

Hareket (Hız): Müzik parçalarının hangi ağırlıkta ya da hangi çabuklukta olacağını belirtir. En ağırdan en çabuk ifadeleri gösteren pek çok hareket türleri vardır.

Nüans (Gürlük): Herhangi bir ezgide, seslere uygulanan hafiflik ya da kuvvet derecelerine “Nüans” adı verilir.

Bu bölümde değinilen müzik işaretleri, muhakkakki bütün müzik işaretlerini kapsamamaktadır. Bununla birlikte, anaokulu ve ilkokul düzeyindeki müzik eğitimi için yeterli olacağı umulmaktadır. (…)

Bunlara benzer beş on sayfalık hayati bilgilendirmenin ardından sayfalar çeşitli eğitim müziği bestecilerimizin çocuk şarkılarıyla doldurulmuş. Bu nasıl bir kitap yaaa?

 

Final

Gerek müzik öğretmenliği okullarımızda gerek güzel sanatlar liselerimizde klasik müziğe ve onun enstrumanlarına dayalı eğitim veririz çok uzun yıllardır.

Ama bu müziğin kültürünü pek vermeyiz nedense.

Öğrencilerimiz keman çalar, Çaykovski hakkında pek fikirleri yoktur. Öğrencilerimiz piyano çalar, Liszt hakkında pek fikirleri yoktur. Öğrencilerimiz çello çalar, Dvorak hakkında pek fikirleri yoktur. Öğrencilerimiz flüt çalar, Debussy hakkında pek fikirleri yoktur.

Pek çoğu bir senfoni orkestrası konseri izlememiştir, senfonik müzik hakkında pek fikirleri yoktur. Öğrencilerimizin Saygun, Erkin, Alnar, Tüzün, Akses, Sun, Rey vb. müzikleri hakkında da pek fikirleri yoktur.

Ama keman, viyola, çello, flüt, piyano çalmaya çalışarak okullarından mezun olurlar



Anahtar Kelimeler: TRAJİKOMİK ÜZERİNE...