"Bir İnsan Ömrünü Neye Vermeli
Tükenip Gidiyor Ömür Dediğin
Yolda Kalan Da Bir Yürüyen De Bir
Savrulup Gidiyor Ömür Dediğin"
Türküler işte... Yüreğin has kenarcığı.Zifiri karanlıkta, gaz lambasının içleri aydınlatan rayihasına meftun türküler..
Ak akça düşlerin, umudun soy salınışını dillendire dillendire, gönle çise düşürmesi misali. Gönle ve hayale dair türküler. Sivas´ın türküleri... Türkülerin Sivas´ı...
Katar katar turnaların, yüce dağdan dahi kıskanıp, öte ırmaklarla söyleşme kavli türküler. İlla da Sivas türküleri. İlla da gönlün, aman bilmez rayihalarını şaha kaldırıp, şah içinde şah yapan türküler. Ana sütü gibi tertemiz demiş ya şair, işte öyle.
Ayrılığa, acıya, hasrete, sevdaya dair türküler. Zaten temelden, yangın yeri yüreğiyle özdeş yaşayan Sivas, türkülerin engin kollarında dillendirir ahu zarını. Bazen de tutuk bir seyre kabildir türküler. Dağa söylenir, yara söylenir, anaya söylenir vatana söylenir. Ama hepsinin de içinde, ana sütü gibi tertemiz duygular yüklüdür. Bazen yârdir türküler, bazen ana, bazen de atadır türküler. Derde düşen türkülerle söyleşir. Gurbete düşen türkülerin hasret telgraflarını gönderir, sılanın miski amber kollarına.. Ama vazgeçmez Anadolu insanı, türküleri yaren edinmeden.
Sukut vakitlerinde yanan çerağlar gibi, mısraların deli esrik seyrinden soyarak yılları, bir bir destanlaştırır ağıtları. Kuşa söyler, dağa söyler, suya söyler. İlle de derdini utandırılmış mısralarla haykırır. Bazen nazlı bir turna ile, bazen sabah yeli, bazen de deli poyraz örtüştürür duygu selini.
Telli turna ile yâre de selam, yardan da selam iletilir. Telli nazlı turna? Türkülerle karşılanan, türkülerle uğurlanan, onu avlayanın ocağının bucağının Hak Teâlâ tarafından tarumar edileceği telli turna:
Allı turnam bizim ele varırsan
Şeker söyle kaymak söyle bal söyle
Eğer bizi sual eden olursa
Boynu bükük benzi soluk yar söyle
Ah gülüm gülüm kırıldı kolum
Tutmuyor elim turnalar ey!
Bazen de turna ile umutsuz söyleşmeler dillenir dudaklarda. Şam´da, Basra´da, Halep´te kışlayan turnaların, hani gelişlerinde, yardan haber getirmemeleri daha bir yakar kavurur yürekleri. Sürmeli nazlı yârin, bir selamlık haber yollamaması nedenini, telli turnalara soran bir yürek çağıltısı.Nazlı yardan haber gelse de gelmese de, turnanın kavli üzerine döner durur cümleler cümlesi. `
"Yetti m`ola Şam elinin hurması
Çekti m`ola ela gözün sürmesi
Bağdat´ın Basra`nın telli turnası
Nazlı yardan haber gelmez neyleyim..."
Aslında bu ağıtların, bu türkülerin en ortak yüreği Sivas´tır desek yanılır mıyız? Acıyla, hasretle, çileyle yoğrulmuş bu Selçuklu otağı, türküleri de kendine yoldaş edinerek uzanıvermiş, arşı alanın sonsuz kollarına! Ağıtta bir gelenektir Sivas´ta. Göz perisinin saraylarından araklanan gözyaşları, bir bilinmez derdi anımsatırcasına söyletir âdemoğlunu. Ama âdemoğlu arsızdır aslında. Ağıdın hemen yanı başında gülmeyi de konuk eder sebepsiz. Ağıt ve mutluluk iki yan heybede bir tılsım şerbeti endamında seyri alem eder adeta!
***
Türkülerin ana damarını, yakılan ağıtlar şekillendirir. Acıya her dem namzet Sivas insanı, ağıtları isimsiz bir deryaya atarlar adeta. Ama ağıttır işte. İçi yananın ve dahi yanmaya tutuşanın, bir telli turna ile kaybedilenin ardına gönderdiği hicran namesi gibi bir işlev görür ağıtlar. Hani hasret, hani ayrılık, hani gurbet! Hele gurbet, ayrılığın en acısıdır türkü ve ağıtlarda. Ölümden zor bir anlamı çağrıştırır adeta.
"Ölüm Allahın emri ya şu ayrılık olmasa" bir atasözü işlevi görerek türküleri destanlaştırır. Uzun bir hava, gönlün bam telini zangırdata zangırdata, içte yanan ateşin dumanını dışarı savurur adeta. Sivas aslanı Mihrali Bey´in öte bir yurtta, yarenleri ile gidip geriye bir daha dönmemeleri de iner kekremsi yüreğin yanı başına:
"Ben gidiyom Rüştü Bey`im ağlama
Köz koyup da ciğerimi dağlama
Alay gitti beni burda eğleme
Yemen`e de benim ağam Yemen`e
Erdi m`ola Mihrali Bey Yemen`e"
Ama neden, hazırdır da aslında insanoğlu ağıtlara. Neden her daim hüzne gebedir? Neden hüzün bir canan gibi yanındadır? Hiçbir psikolog hala bu anlamlı derinliğe nüfuz edememiştir. Ama ağıttır bu derinlik işte!
Hasrettir, türküdür özleyiştir. İçeriye doğru inen mahzen merdivenleri gibi sıra sıra gama, kedere dairdir her şey. Her şey bir anı sonsuza kadar uzatan türkülerin içine dalana kadardır. Bir kez türkülerle halleşmeye görün, alıp götürür sizi öte diyarlara. Aydınlığı karanlığa mihmandar kılan türküler, azıcık sağda solda dolaşsa da gelip konuverir Celal´in bahtsız ağıdına:
"Evlerinin önü yonca
Yonca kalkmış dam boyunca
Bu yoncayı kim biçecek
Celal Oğlan olmayınca
Celal oy oy, eşim oy oy."
Kimseye söylenmeyen, kimseden ruhsat alınmayan gönül deryası türküler, bir yaşam felsefesinin de ete kemiğe bürünmesi sanki. Ardına yetilmeyen umutların, elleri ovuştura ovuştura gönlün en derin dehlizlerine oturan çaresizliğinde bir yanık dillendirilmesi adeta.
Gönül hükmüne boyun eğmeyen bir çobana getirelim sözü ve cananın yaylaya gitme hazırlığını yaylaya muştulaması ve akabinde çaresizliği ile mısralar bayraklaştırması. Bildiniz değil mi bu türküyü? Bizim Bedir Türküsü işte! Hani, şu yanık kavalın bile gıpta edip, Şarkışla dağlarını inim inim inlettiği türkü:
"Kaleye çıktı ki teli görünsün
Kara bağrım delik delik delinsin
Kötü Şevki sürüm sürüm sürünsün
Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor
Elleri kınalı yârim geliyor.
Çıka idim şu dağların üçünü
Ben ağladım yar yükledi göçünü
Efkârlıydım soramadım suçumu
Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor
Elleri kınalı yârim geliyor."
***
Türküler demişken, ağıtlar demişken isterseniz bir Anadolu kadınının da masum ağıdına varalım az biraz. Bu sessiz ağıdındaki masumiyetini ne ifade edebilir? Hangi şair bu ağıt kadar samimi dizeler yazabilir? Hangi ressam bu ağıdı resmedebilir. Akşamın alacasında, gönle düşen bir çise gibi, gözyaşlarını akıtan bir yaşlı kadının, yemenisinin ucuyla gözyaşlarını sessiz sessiz silmesini, hangi kalem anlatabilir sahi? Hangi yazar romanında bu şekli tasvir edebilir? Hangi tiyatroda, gözyaşlarından örülü gerçek bir sahne oynanabilir? Şu mısralara bakar mısınız?
Açma pencereyi değmesin yeller
Bugün efkârlıyım bilmesin eller
Köyüme varınca verem mi derler
Ölüm ver Allahım, ayrılık verme."
***
Sivas´ı, türkülere sormak, Türküleri de Sivas´a sormak lazım. İki nazlı canan gibi, türkülerin bir ayağı mutlaka, Sivas pınarları ile çağıldaşır. İki yanık yüreğin, gecenin seherinde söyleşmesi misali, türkülerle Sivas yüzyıllardır söyleşip durur. Yardan, anadan, vatandan, hasretten, gurbetten söyleşir. Gönle dair her şey, Sivas ve türkülerin hasret nidalarıdır adeta. Gelin, bir türkünün daha hasret sarayına konuk olalım. Bakalım, gönlün bam telini nasıl zangır zangır titretiyor:
"Bin cefalar etsen almam üstüme, oy
Gayet şirin geldi dillerin dostum, oy
Varıp yad ellere meyil verirsen, oy
Kış ola bağlana yolların dostum, dostum dostum"
Ne dersiniz, ara ara türkülerin içleri aydınlatan rayihasına teslim olalım mı?.. Yok olmaya yüz tutmuş gönle dair her şeyi, onların mısmıl mısralarında arayalım. Göçgün bir yüreği, telli turna ile selama tutuşturmadan, az biraz soluklanalım türkülerin pınar başında!.. Ama illa da Sivas gelmeli hatıra. Türkülerin Sivas´ı.
Dağ dağ, ova ova, gönlün şaha kalkmış al yanı türkülerin şahin şah kollarında sukut etmeli. Türküler işte... Yüreğin has kenarcığı.Zifiri karanlıkta, gaz lambasının içleri aydınlatan rayihasına meftun türküler..Ak akça düşlerin, umudun soy salınışını dillendire dillendire, gönle çise düşürmesi misali. Gönle ve hayale dair türküler. Sivas´ın türküleri! Türkülerin Sivas´ı!..