Klasiklerimizi Okumak

Klasiklerimizi Okumak

İsmet TANRIVERDİ Yazdı...

 MEDENİYET DİLİ:  KLASİKLERİMİZİ OKUMAK      

Yazıma "Dünyayı kitap okuyanlar değiştirecek" sözü ile başlamak istiyorum. Kitap, bir medeniyetin geldiği düzeyi belirler. Bir toplumda okunan kitap sayısı, basılan diğer yayınlar kültür düzeyi için belirleyici olmuştur. Bugün en çok kitap okuyan toplumlar en gelişmiş toplumlardır. Gücünü kitaptan alan bu toplumlarda en büyük siyasetçiler, fikir adamları, ekonomistler ve liderler çıkmıştır. Dünyayı yöneten ve yönlendirenler sanayide, ekonomide, teknolojide sıçrama yapan yine eğitimli toplumlardır. Okuma oranı düşük toplumlar ise bu toplumlar tarafından yönetilir ve istikameti belirlenir. Bugün geri kalmış ülkelerin temelinde eğitimsizlik önemli bir etkendir. Bu toplumlarda insanlığı kuşatacak kurucu fikirler ve aydınlara pek rastlanmaz. Daha çok sentetik ve moda ideolojilerle (milliyetçilik, mezhepçilik vs suni gündemlerle dikkatler başka tarafa çekilerek) oyalanırlar. Bu ülkelerden biri de Osmanlının son dönemlerinden beri kuşatmaya çalıştıkları Türkiye´dir. Türkiye Müslüman bir ülkedir. İslam medeniyeti bir kitap medeniyetidir.

Müslümanlar için Kur´an, sünnet ve hadis ile İslam büyüklerinin sözleri zengin birikim demektir. İlimde fikirde ve edebiyatta zengin kütüphaneler, külliyeler meydana getirmiştir. Ne yazık ki Dünyanın gidişatını iyi okuyamayan Müslümanlar içerden ve dışarıdan kuşatılarak zayıf bırakılmıştır. Genelde İslam ülkeleri özelde ise Türkiye özellikle Batı tarafından hastalıklı fikir ve düşüncelerle ablukaya alınmıştır. Bu ablukayı aşmak yerine teslim olup hayatın her alanı tarumar edilmiştir. Sözde aydınlarımızda başlayan Batı hayranlığı, kendi medeniyet ve değerlerine karşı düşmanlığı beraberinde getirmiştir. Kendi medeniyetlerinin aidiyetiyle komplekse giren sözde aydınlar sırtını doğuya, yüzünü ise batıya dönmüş, Batıyı mabet belirlemiştir. Osmanlının son döneminde içine girilen bunalımı da fırsat bilen aydınlar ve fikir babaları, toplumun dilinde, dininde, kültür ve değerlerinde değişimler için aşındırıcı ve soykırımcı olmuşlardır. Geri kalmışlığı kimliklerinde(Dinde ve dilde) bulan aydınlar tercümeler yoluyla Batıdan klasikler devşirmeye çalışmışlardır. Çözüm ve çıkışı batı klasiklerini okumakta ve kendi klasiklerini aşağılayarak aşabileceklerine inanmışlardır. Eklemeler yoluyla ve zorla değiştirme yoluna gidildi. Kendi kelime ve kavramlarını terk etme ve alfabelerini değiştirme yolunu seçtiler. Latin harfleri devrimiyle kültür ve medeniyetlerinin köküne kibrit çaktılar. Bu ateşlemeyle tüm birikimler yakılarak duman edildi. Nefessiz, yazısız ve dilsiz kalan bu milletin bedeninin bir daha ayağa kalkmaması için ellerini, dillerini ve dizlerinin bağını kesip attılar.

Üç dilde edebiyat, sanat ve müzik yapan bir millet, uyduruk,  bir öztürkçe saçmalığına zorlanarak halkın bilmediği kelimelerle kültürel değişim için baskılar ve dayatmalar yapıldı. Kimlik ve kişilik değiştirici müdahalelerle istikamet değiştirildi. Böylece ilim dilini, edebiyat dilini, iletişim dilini, sanat dilini ve felsefe (fikir üretme) dilini kaybetti. Dil sistematiği bozulan ülkemizin anlam dünyası da bunalım yaşadı. Okuyamayan, yazamayan ve düşünemeyen bir cahil toplum haline geldik. Tahrip gücü yüksek olan harf devrimiyle tüm entelektüel birikim ve gücümüzü bitirdik. Cemil Meriç´in deyimiyle ?Anadolu Rönesans´ı ? diye tanımladığı dönemin Türkiye´si için ?Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı ülke? haline geldik.

Bir gazeteci ve yazarın ifadesiyle; ?Ülkenin kanı değiştirilir gibi kültürü değiştirildi. Artık ne yazısı var, ne müziği ne de geçmişi. Bugün Türkiye ne Batı´dır, ne Doğu.  Ne Akdeniz´dir ne Kafkasya. Ne Yunan-Latin kültürünü derinlemesine bilir ne İslam kültürünü! Okuryazarlarımız; Arapça, Farsça, Latince, Yunanca gibi kök uygarlık dillerinden yoksun olduğu için İbni Arabî´den, İbni Rüştten, El Gazali´den uzak olduğu kadar, Platondan, Sokrates´ten de uzaktır. Referansların bulunmadığı bir ortamda, kelimesi olmayan kavramları yok sayarak yaşayıp gitme çoraklığıdır bu. Doğudan kopuş, Batıyı kökten kavramayış, ne Batıyı ne İslami derinlemesine bilemeyiş,  sığlık, basitlik, çoraklık?          Kök medeniyeti dillerinden yoksun oluş. Çürümeye yol açan köksüzlük, referansların bulunmadığı bir ortamda kelimesi olmayan kavramları yok sayarak yaşayıp gitme çoraklılığıdır bu.? (1)

Yani karaya oturmuş bir gemi gibi. Nasrettin Hocanın şu fıkrası bu durumu anlatmaktadır. Hoca, günün birinde kaptanmış hani? Deniz üzerinde bir müddet yol aldıktan sonra gemisi birden şiddetle sarsılmış ve durmuş. Anlayacağınız karaya oturmuş; yolcular habire ?neden durduk, neden gitmiyoruz? diye avaz avaz bağırıyormuş. Hoca anında cevabı vermiş: ?Deniz bitti dostlar, ondan gidemiyoruz?! İşte Türkiye´nin özeti budur. Her şeyini sıfırlamış bir ülke hangi tecrübe ve birikimlerle yola çıkacak, gemisini alabora eden pusulasız kaptanlarla buraya kadar getirildik.

Dilini kaybeden toprağını da kaybeder. Eğer bir ülkeyi işgal etmek istiyorsan ilkönce dilini, kelime ve kavramlarını değiştirerek işe başlanılır. Tarihteki şu örnek ne kadar ibret vericidir: Altıncı Asrın sonlarına doğru İşbara Kağan Çin himayesine giriyor. Çin imparatoru, Türkleri Çinlileştirmek için halkın Çince konuşmaya, Çinliler gibi giyinmeye, Çin adetlerini kabule teşvik ve mecbur edilmesi yönünde İşbara´ ya baskı yapıyor. Hakan 585 yılında imparatora mektup gönderip haraç vereceğini, kıymetli atlar hediye edeceğini, buna karşılık dilini kıyafetini değiştirmeyeceğini, uzun saçlarını kestirmeyeceğini, halkına da Çinli kıyafeti giydirmeyeceğini, Çin adet ve kanunlarını benimsemeyeceğini bildiriyor. Bundan kısa bir süre sonra yedinci asrın başında 607 yılında, Hakan Ki-Min Türk kavmini Çinliler gibi yapmaya, giyim, adet ve dil değişimine hazır olduğunu bildiriyor?  ve Türklerin Çinlileşmesi ve benliğini kaybetmesine yol açıyor.(2)  

Buradan hareketle medeniyet ve kültür değerlerimizin temelini oluşturan dilimize, dinimize ve klasiklerimize sahip çıkmalıyız. Milletimizin kültür kodları ve hayat tarzının belirleyicisi klasikleri günümüze ve geleceğe taşımalıyız. Peki, bu bunalım sarmalından çıkış yolu yok mu? Derseniz elbette vardır. Kimseye ümitsizlik vermek istemiyoruz. Müslüman, daima her zaman ve her zeminde ümidini diri ve iri tutandır. Gemileri yakmak değil inşa etmek için var olma çabasındadır. Karaya oturttuğumuz gemiyi yeniden geçmiş medeniyetimizin derin ve anlamlı denizinde ve okyanuslarında rotamızı iyi çizerek süratli bir şekilde yüzdürüp ilerleyebiliriz. Bunun için yeniden medeniyet dilimize, hakikatlerimize dönmemiz hikmet ve irfan yolculuğuna çıkmamız gerekir. Kendi klasiklerimizin temelini oluşturan vahye, sünnete, hadislere, ilim ve fikir erbabının külliyatına sarılıp araştırmamız bizi hedeflerimize yaklaştıracaktır.

Edebiyatımızın tadını Şirazlı Şeyh Sadi´nin Bostan ve Gülistanında; Mevlana´nın, ilahi aşkı anlatan hoşgörülü ufkunu mesnevisinde; Fuzuli´nin bir Arap Emir´inin kızı Leyla ile ona aşık olan bir Arap gencinin başından geçeni Mesnevisinde; Nedim´in, sevgilisi hem beşeri hem ilahi aşkını Divan´ındaki gazellerin büyülü anlatımında; Feridüddin Atarın, kuşların diliyle hakikati arayış öykülerini Hüdhüd´ün kavuşmak istediği ve insanı tekamülleştirmek istediği yedi aşamadan geçerek anlatıldığı Kaf Dağındaki Simurg Efsanesini Mantık-ut Tayr´ında; Baki´nin, uzun süre tahtta kalan Kanuni Sultan Süleyman´ın ölümünden duyulan üzüntüsünü anlatan Kanuni Mersiyesinde; Yunus´un, Gel gör beni aşk neyledi Divan´ındaki ilahilerinde; Karacaoğlan´ın, Gamlanma gönül gamlanma ve Ela gözlüm ben bu ilden gidersem türküsünde; Dede Korkut´un, Koca Duha Oğlu Deli Dumrul hikayesinde; İbni Sina´yı, Farabi´yi,  İbni Rüştü, İbni Haldun´u, İbni Arabi´yi ve günümüzde Mehmet Akif´in Safahatındaki Çanakkale şehitlerini, Necip Fazıl´ın Çile´sini ve daha bir çok ismini sayamadığım eserlerde edebiyatımızın zevki ve heyecanını yaşabiliriz. Bunların yanı sıra Batıdan Platon,  Sokrates´i, Comteyi, Tolstoy´u vs. da okumalıyız. Böylece hem Doğu hem de Batı klasiklerini okuyarak zihinsel devrimi yeniden gerçekleştirmeliyiz. Ümmetin yaşadığı her alandaki bunalımı aşmak ve moral olmak için klasiklerimize dönmeliyiz.

Eğitim ve Öğretim programlarında klasiklerimize yer vermeliyiz. 100 temel eserlerimiz 1000 temel eserlerimize dönüşerek toplumun ahlaki değerleri ışığında yeniden belirlenmelidir. Köklü bir medeniyetimiz var ancak zengin bir dilimiz yoktur. Medeniyet yolculuğu yürüyüşümüzde 500 kelimeyle konuşulan ve yazılan bir dil bizi geleceğe taşıyamaz. Bunun için Türkçenin yanı sıra Arapça ve Farsça, İngilizce dillerinden dilimizde kullanılan kelimelere de yer verilmelidir. Edebiyata, musikiye ve tüm sanat alanlarına dönmek zorunlu hale gelmiştir.Üniversitelerimizde dil-gramer kürsüleri kurularak bu alanda çalışmalar yürütülmelidir. Modernleşmeyi dini değerleri dışlamadan, bin yıllık birikimle uyumlaştırarak, yerli ve milli kılarak özümseyerek gerçekleştirmek hedeflenmelidir

Gençlerimiz kitap, gazete, dergileri okuyarak sanal aleme biraz kota koymalıdır. Gerek kendi klasiklerini gerekse Batı klasiklerini periyodik bir zaman dilimine ayırarak düzenli okumalar yapılmalıdır. Okuma listeleri milletimizin değerlerine uygun hazırlanmalıdır. Divan Edebiyatının ses ve anlam sentezinin tadına varılmalıdır. Klasiklerden ideolojik olanlar değil terbiyeyi ve pedagojik ahlakı içeren eserler okutulmalıdır. Öğretmenlerimiz,  gençlere divan ve halk şiirinden zaman zaman ders aralarında ya da okuma saatlerinde pasajlar okuyarak bu eserlere karşı merak uyandırmalıdır. Böylece sanatın tüm dalları edebiyat, şiir, musiki ve plastik sanatlardan mahrum edilmemelidir. Hem temel metinleri okuyarak hem de Dünya klasiklerini okuyarak kendimizi tanımalı ve donanımlı zihinler inşa edilmelidir. Kabuktan öze, dıştan içe doğru insani tekâmül ettiren, insani geliştiren bir yolculuk başlatılmalıdır. Çocuklarımızı kendi masallarımızla, ninnilerimizle büyüterek, masallarda yer alan padişahları, sultanları, şeyh zade gibi karakterleri karalamadan eğitimin bir parçası yapılmalıdır.



Anahtar Kelimeler: Klasiklerimizi Okumak
idiris ASLAN
24.03.2019 13:20:19
Öncelikle dipnot olarak vermiş olduğunuz kaynakları belirtmenizi istiyorum. Okuma ile ilgili olan yazınıza genel olarak katılmakla beraber bir kaç hususta nacizane fikrimi belirtmek isterim. Harf inkılabının toplumun okuma ve yazma becerisine katkıları yadsınamaz bir gerçektir. Zira bende Osmanlı Türkçesi okuyabiliyorum lakin zorlanmamak elde değildir. Bir çok kelimeyi şu an kullanmıyoruz. Genelde okuduğum belgeler 1920´li yılların belgeleri, geri zamanlara gittiğimde daha da zorlanıyorum. Çünkü Osmanlı Türkçesi dahi yüzyıllara göre değişmektedir.Çünkü dil durağan ve etkilenmez değildir. Dilin kendisi bir çok dilden etkilenmiştir. Bu kimi zaman Arapça kimi zaman Farsça kimi zaman Fransızca veya İngilizce olmuştur. Bu gayet olağan bir durumdur. Olağan olmayan ise yeni gelen kelimenin Türkçeye nasıl alınacağı olmuştur. Osmanlıda bunun için herhangi bir kurum olmadığı için gelen kelimeler olduğu gibi alınmış ve hatta Farsça ve Arapça kalıplar Türkçeye olduğu gibi yerleşmiştir. Bunun sonucunda olan ise halkın anlamadığı saray şairlerinin veya medrese tahsili görmüşlerin anladığı bir dil ortaya çıkmıştır. Halk herhangi bir işi için devlete bir yazı yazacağı zaman arzuhalcilere yönelmek zorunda kalmıştır. Çünkü halkın okuma ve yazması yoktur. Türklerde alfabe değişikliği anlayışı Horosan coğrafyasına girmemizle birlikte değişmiştir. Bu değişiklik tamamen kullanabilirlik ve dile yatkınlık yerine seçilen "DİN" ve bölge coğrafyasının alfabesi etkili olmuştur.Bundan dolayı Osmanlı Türkçesi alfabesinde "ç,p,j" harfleri eklenmiş ve sesli harf eksikliğini de "ye, vav, elif ve güzel he" ile tamamlanmaya çalışılmıştır. Yani dil ile alfabe uyumsuzluğu vardır. Zira 1928 de kabul edilen alfabeye bile eklemeler yapılmıştır.(ğ,i,ü,ö vb.) Dil bir milletin vazgeçilmez bir onurudur. Bunu korumak herkesin görevidir. Lakin harf değişikliğini bahane etmek. "Bir gecede cahil olduk" demek gibi cehalete düşmek gerçeğin kendisine aykırı bir söylemdir. Osmanlı döneminde olduğu gibi günümüzde de en büyük problem "OKUMAMAK" ve okusak dahi "DEĞERLENDİRME VE ÜRETKENLİK" YAPAMAMAKTIR. Şunu unutmayınız ki alfabe değişikliğini yapanlar dahi Osmanlı dönemi devlet konuşmasını bırakamamıştır. Hatta şuan ki mahkemeler dahi yazışmalarda Osmanlı Türkçesinden (Farça veya Arapça) kelimeleri kullanmaktadır. Sizin önermiş olduğunuz Farsça, Arapça ve İngilizceden kelimeler alıp dilimiz zenginleştirelim önerisi tutarlı değildir. Zira sizde eleştirdiğiniz aydınların hatasına düşüyorsunuz. O da halkın konuştuğu dil ile yazışma (Şiir, makale vb.) dili arasında fark oluşmasıdır.Ama sizin arzunuz okuyan elit bir sınıf oluşturmak ise ona yazacak bir cümlem yoktur.( lakin benim amacım tüm halkın anlayabileceği, okuyabileceği ve değerlendirmelerde bulunabileceği bir dil ve yaşamdır) Biz ne dersek diyelim veya yapalım en doğrusunu halkımız yapıyor. Gelen kelimeleri zamanla Türkçeleştiriyor. Bizler Türkçeyi halka indiremezsek ve tabana yayamazsak istediğimiz kadar kelime alalım konuştuklarımız ancak karşımızdakinin anladığı kadar geçerlidir. Ve okuma alışkanlığı hakkında:Okuma alışkanlığı ilk önce aile de başlar. Anne-baba da bir okuma yoksa çocukta okuma alışkanlığı beklemek zordur. Okul ise bize neyi okumamız gerektiğini değil okumalarımızın değerlendirmesini ve üretkenliğimizi geliştirmeyi hedef almalıdır. Ve çocuğa okuma ve değerlendirme alışkanlığı ise orta okul veya lise de değil(zira bu çağlarda öğretmenler "hangi kitabı okuyorsunuz" gibi sorular sormaya başlıyorlar) ana okul ve ilk okulda olmalıdır. Ve her şey okunmalıdır. Batınında doğununda ideolojisi de okunmalıdır romanları da okunmalıdır. Birini okuyup diğerlerini okumamak bizi yanlışa iter ve geçmişteki hataların tekrarını yaparız. HERKESİ VE HER ŞEYİ OKUYABİLİRİZ AMA FİKRİMİZ BİZE GÖRE VE BİZİM İÇİN OLMALIDIR