Size yeni bir söyleşi sevgili okurlar. İç dünyasında, volkanların kaynadığı, hüznün ve huzurun mısralarını, zarif bir endamla okurla yılar yılı paylaşan Mustafa BALEL ile, bozkır tadında bir söyleşi. Umutlarla, hasretlerle, kırgınlıklarla, başarılarla geçen bir ömrün seyri âlemi işte?
--Sayın Balel, ülke sınırlarını aşan bir yazar ile karşı karşıyayız. Pek çok dile çevrilen çalışmalarınız var. Bunlardan biraz bahseder misiniz?
Yurt dışında yayımlanan ilk yapıtım 1988´de La PenséeUniverselle yayınevinde çıkan ve birçoğu doğrudan Fransızca olarak yazdığım öykülerden oluşan ?Le Transanatolien? (Anadolu Ekspresi) olmuştu. Aralarında çocukluğumun geçtiği Şeyhçoban´ı mekân olarak seçtiğim ?Ayıp Yerleri Yanlış Konmuş Resimler? ile geçimini cenazelerde ağlamakla sağlayan ağıtçıbir kadının öyküsü olan ?Gözyaşı Satıcısı?nın da yer aldığı bu kitap eleştirmenlerin benden rahmetli Yaşar Kemal´e gönderme yaparak ?Destan toprağı Anadolu´dan yeni bir ses? diye söz etmelerini sağladı. Ardından peş peşe yayımlanan öykülerim arasında özellikle ?Eski Bir Gündelikçi Kadının Trajik Biraz da Komik Öyküsü? inanılmaz bir ilgi gördü. Sırf evine birkaç koltuk almak, duvarları bol çiçekli duvar kağıtlarıyla kaplatmak, komşulara hava atmak için konsolun gözüne Alman gümüşünden ufak tefek birkaç eşya koymak, en önemlisi de ara sıra evinin temizliği için gündelikçi kadın getirerek geçmişte kendisine yapılanların hıncını almak amacıyla böbreğini satan Vesile´nin öyküsü bir anda Hizmetçiler ve Gündelikçi Kadınlar Konfederasyonu´nun sitesine taşındı ve gördüğü aşırı ilgiden dolayı site sık sık kilitlendi. Daha sonra davet edildiğim Fransa´nın çeşitli kentlerinde aynı öykü bazen ben, bazen tiyatro sanatçıları tarafından okunarak üzerine tartışmalar düzenlendi.
Sahi, birden aklıma geldi de dışarıda yayımlanan ilkyapıtım 1974´te, ben Sivas Ticaret Lisesi ve Eğitim Enstitüsü´nde öğretmenlik yaparken çıkan ve birkaç ay sonra Bulgarcaya çevrilen?Kurtboğan? adlı kitabımdı. Bağımsız bir kitap halinde değil de kapsamlı bir dergide tam metin olarak yayımlandığından dolayı unuttum herhalde.
2004´te CelsoRocha´nın çevirisiyle Brezilya´da Portekizce olarak yayımlanan seçme öykülerimle ilgiliilginç bir anekdotu anlatmadan geçemeyeceğim. Sao Paolo Üniversitesi´nde kızcağızın biri nereden akıl ettiyse Türk edebiyatı üzerine araştırma yapmak istemiş. Danışman hocası iki yazar önermiş: Aşık Paşa ve Mustafa Balel. Kızcağız ufak bir araştırma yapayım diye kütüphaneye inip bakmış ki Aşıp Paşa´nın kitabı bir parmak toz bağlamış, ister istemez beni seçmiş. Sonra da elindeki seçki dışında hakkımda Portekizce başka kaynak bulamamış. Bloglar aracılıyla hayırseverlere başka kitaplarımı edinmenin yollarını soruyordu. Hiç olmazsa söyleşiler yoluyla kendisine yardımcı olmayı çok isterdim. Ne var ki bilgisayar çağı hız çağı, kaplumbağa adımlarıyla bir şeyler becermeye çalışanlarla uyuşmuyor pek. O anda adresini not etmemişim, sonra da bulamadım. O kızın neden beni seçtiği konusunda övgü dolu uzun bir paragraftan sonra ?Ah! Mustafa Balel, yaktın beni! Ne yapacağım şimdi ben?? diye attığı çığlıklar zaman zaman kulaklarımda çınlar.
2014 yurt dışında yayımlanma konusunda verimli bir yıl oldu. ?Ayıp Yerleri Yanlış Konmuş Resimler? adlı öykü seçkisi ünlü şair NiculinaOprea´nın çevirisiyle Romanya´nın başkenti Bükreş´te yayımlandı. Daha önce ülkenin çok önemli dergilerinde yayımlanan öykülerim ve gazetelerde haftalarca süren ırmak söyleşiler sonucu beni bir ölçüde tanımış olan Romen okur, kitabım çıktığında büyük ilgi gösterdi. Görkemli tanıtım gecelerinin yanında seçkin edebiyat dergilerinde uzun övgü yazıları birbirini izlemeye yayımlanmaya başladı. Dün de çokönemli bir dergide övgü dolu uzun bir yazı ulaştı elime. Şimdilerde de 1983´te yaklaşık beş ay kaldığım Bükreş´te Çavuşesku döneminin son demlerine tanıklığımın bir ürünü olan ?Bükreş Günleri? çevriliyor Romenceye. İlginç bir rastlantı, Varlık dergisinde 18 ay tefrika edilen Bükreş izlenimlerimi sevgili Taki Akkuş kitaplaştırmak istemiş, kıramayıp izin vermiştim ve böylece kitabın ilk baskısı1985´te Sivas´ta çıkmıştı.
Aynı yıl içinde yurt dışında çıkan ikinci kitabım ?Konsolosun Kostümleri?,konusu Sivas´ta geçen biri lk gençlik romanı. Tahran Belediyesi´nin Hamshahri Neşriyat adlı yayınevinde çıkan kitabın çevirisini kusursuz bir Mustafa Balel uzmanı olan sevgili dostum öykücü ve yazar Saber Moghaddami yaptı. Büyük bir bölümü Sivas´ta geçen ?Asmalı Pencere? ise yine Saber´intitiz çevirisiyle çıkmak üzere. Çevirmenim şu anda ilk romanım ?Peygamber Çiçeği?niFarsçaya aktarmakla meşgul. Bu dile çevrilen dört çocuk romanı ve öykü derlemesi de yayınlanmak üzere sırasını bekliyor. Ayrıca okumaya yeni başlayan çocuklar için yazdığım resimli kitaplarım İran´ın en büyük gazetesi Kayhan´ın çocuk ekinde İranlı ressamların çizgileriyle yayımlanıyor.
Son olarak biraz da bu yılın sonunda Fransa´da çıkacak olan ?İstanbul Mektupları?ndan söz edeyim. Bir süreden beri İstanbul´da bir Türk ailenin yanında konuk olan François´nın Paris´teki sevgilisine yazdığı mektuplar aracılığıyla İstanbul´u ve Türkleri tanıttığı ?İstanbul Mektupları? ana başlığı altındaki dizinin ilk kitabı ?Avrupa Yakası?nı sevgili dostum Sevgi Türker Terlemez ve Paul HenriLersen Fransızcaya çeviriyorlar. Dizinin öteki kitapları sırasıyla ?Asya Yakası? ve ?Unutulmuş Mektuplar? olacak.
Tümüyle Sivas´a adadığım, her satırı konaklarıyla, sokaklarıyla buram buram Sivas kokan ?Etiyopya Kralının Gözleri? deyine Farsçaya ve Boşnakçaya da çevrilmekte.
Zaman zaman Fransız dergilerinde doğrudan Fransızca olarak kaleme aldığım yazılar yayımladığım da oluyor. Örneğin bir iki hafta önce Nancy kentinde çıkmakta olan Genèse dergisinin temmuz-ağustos sayısında ?Zorla Seçtirilmiş Bir Yabancı Dilden Fransız Dilli Yazarlığa? adlı yazım yayımlandı. Neden Fransızca yazdığımı anlattığım bu yazıda uzun uzun Sivas´ta, şu andaki İmam Hatip okulunun yerindeki ahşap binada, ortaokula kayıt sırasında yaşadığım haksızlığı andım. Zengin çocukları gözü kapalı İngilizce sınıflarına yazılırken bir demiryolu işçisinin çocuğu olarak benim bu nimetten yararlanamayarak suratsız bir öğretmen tarafından elimin içinde yalnızca Fransızca yazan kuponların bulunduğu torbaya sokturulduğunda uğradığım hayal kırıklığının hâlâ içimi kanattığını da söylemeliyim.
Yol yorgunluğuyla şu anda aklıma gelenler bunlar.
--Yanılmıyorsam, sizinle ilgili bir tez çalışması da oldu?
Evet, Konya Selçuk Üniversitesi´nde Mustafa Ferhat Fıstıkçıoğlu adlı bir genç, Prof. Mustafa Özcan´ın denetiminde geniş kapsamlı bir tez hazırladı. Şu anda serbest erişme açık olan bu çalışma bir ölçüde de olsa Mustafa Balel ile ilgili bilgilere ulaşılabilecek derli toplu bir kaynak oldu. Balıkesir ve Van Yüzüncü Yıl üniversitelerinde de çalışmalar sürüyor.
--Sizin bir de ?Öykü? dergisi serüveni var. 1975-1977 arasında çıkardığınız, Türk edebiyat dergiciliğine damgasını vuran saygın bir çalışma. Biraz ondan söz eder misiniz? Sivas gibi bir yerde yaşayıp ulusal nitelikte bir dergi çıkarmak zor olmadı mı?
?Öykü? Salim Şengil´in ?Resimli Hikâyeler? dergisinden sonra Türk edebiyatında ikinci öykü dergisi olmanın kıvancını tattı. Üzerine sürekli araştırmalar yapılıyor.
Kitap boyutunda 96 ya da 112 sayfalık sevimli dergi olan Öykü´yü çıkardığım dönemde, yani yetmişli yılların ortasında dergi çıkarmak yerelle yetinirseniz pek sorun değildi.Ulusal nitelik vermeye kalkıştığınızda ise son derece zorlaşıyordu.
Bir kere, o yıllarda insanların elinin altında bugünkü gibi internet yoktu. Dolayısıyla birebir iletişim kurmanız inanılmaz derecede zordu. Masraflıydı. Mektup yazıp aydınlatıcı bilgi vermek, defalarca telefon görüşmeleri yapmak zorundaydınız. Ya da birebir gidip evinde, ofisinde görüşecektiniz. Tabii,sevgili yazarımız size vakit ayırma lütfunda bulunursa.
Yolda başına bir iş gelmemişse mektupların yerine ulaşması bir haftayı buluyordu. Telefon müthiş pahalıydı. Küçücük bir görüşme için bile dünyanın parasını ödemek durumundaydınız. Oysa o zamanlar bir yazarı ikna edebilmeniz için saatlerce dil dökmeniz gerekirdi. Alıp alamayacağınız belli olmayan bir yazı için önemli bir masraftı bu. Kaldı ki o dönemin yazarları kendilerini Yunan mitolojisindeki yarı tanrılardan farksız görmekteydi. Burunları bir karış havada, ulaşılmaz, erişilmez şeylerdi. Telefonla yazı istemenizi kendine bir saygısızlık olarak görürdü birçoğu. Hindistan´da üst kastların paryalara bakışı gibi bir durum yaşanıyordu kısacası. Küçük görülür, önemsenmezdiniz. Birkaç kitabınızın çıkmış olması da bir şey ifade etmezdi bu insanların gözünde. Verdikleri tepki, burunlarını kıvırarak şu sözleri mırıldanmak olurdu: ?Bir atımlık barut olmadığı ne belli? Dur bakalım, eteğindeki taşı döksün hele.?
Böylece derginin çıkmasını bekler, ne yazıyor, önce bir görmek isterlerdi. İçten pazarlıklı olmayanlar bunu dürüstçe belirtiyordu. Hesabı kitabı olanlar ise daha usturupluca yapıyordu bu işi. Ne olur ne olmaz diye kesip atmıyor, temkinli olmaya bakıyorlardı.
Söyleşi: OSMAN ÇELİK