İbrahim Balaban
Buhara´dan Sivas´a2.Kısım
Ferhatbostan Mahallesi Sait Paşa Caddesi No:143 numaralı evde oturuyorduk. Civardaki birçok evler gibi bizim evimiz de kerpiç duvarlı, toprak bacalıydı. Üzerinde sıcak demircinin yaptığı göcek menteşe ve zerze ile asma kilidin takıldığı gayri muntazam yüzeyli tahtaların yan yana kullanılarak mıhlarla arka yüzünden altta ve üstte yatay bir diyagonal malzemelerle şekil verilir.Ahşap parçalarla meydana gelen dış ve iç kapıları küçük ince ahşapla ve 3 mm kalınlığındaki küçük kare camlardan yapılmış pencerelerdi. Bu pencereler duvardaki sabit kasasına çivilenerek açılmayacak halde tespit edilmişti. Bayram temizliği odanın içinden ve dışından ince beyaz kumlarla sert fırçalarla su kullanılarak yapılan kapı ve pencereler kuruduktan sonra duvarlar için acı kirecin suda eritilip, duvara yaslanınca sırtımıza kireç bulaşmasın diye içine bir miktar kaya tuzu atılıp karıştırılan badanaya sopanın ucuna bağlanmış ot süpürge ile duvar yüzeylerine sürülürdü. Bunu yaparken ablam baş ve yüzünü örterek badanayı sürerdi ve bir gün kuruması için beklenirdi. Şayet kireç badana geçen sene yapılmış ise üç dört sene sonra tekrarlanırdı. Kireç badanasız geçen senelerin bayram temizliği ise ablam beni evin dışına veya bir komşuya bırakırdı. Eline aldığı 1.5mt uzunluğundaki ağaç dalına eski perdüş diye isimlendirdiği toz çarpacağını hazırlardı. Evin iki odası ve giriş sofasının duvarlarını ve çamdısını ( tavanını) toz çarpacağı ile vura vura tozları havaya kaldırırdı. Tozun dışarı gitmesi için dış ve iç kapıları açardı, kendisini tozdan korumak amacıyla baş ve yüzünü iyice örterdi. Bu işleri yaptıktan sonra kan ter içinde kalan ablam en az iki saat dinlenirdi. Sonra tozlanmış kapı ve pencereleri hafif ıslattığı eski çaputlarla temizlerdi. Evlerin içinde akan çeşme yoktu, o zamanlar evin biraz ilerisinde akan Mısmılırmak´ tan omuzluk ağacının iki ucuna tespit edilmiş tel kancalarına yarısına kadar su doldurulmuş sitillerle suyu taşırdı. İçme ve yemek için ihtiyaç duyduğumuz suyu eğri köşedeki yol kenarında olan çeşmeden tatlı suyu doldurup omuzlukla dinlenerek keşik (sıra) beklemezse yaklaşık yarım saatte eve getirirdi. Ablam kış aylarında tatlı su getirirken el ve ayak parmakları dayanamayacak şekilde sızlardı. Her ne kadar annemizin yünden ördüğü çorap ve eldivenimiz olsa da suyun çalpalanmasıyla entarisinin yanları ıslandığından üşümesine sebep olurdu. Su taşınma işini yedi yaşına gelince ben yapmaya başladım. Evimizde puharili (bacalı) bir mutfak ocağı ve yanında yassı taştan olan hafif eğikçe yerleşmiş cağ taşı vardı. Suyun gideri evin arka boşluğuna akardı, kapısı mutfak içinden sürgülenince cağda çamaşır işi ve banyo yapılırdı. Sıcak suyun ısıtılması mantiste kömür tozu, toprak karışımı ve tezekler yakılarak sağlanırdı. Pişmiş topraktan testi, güveç, ibrik yapan purutcularayrıca saksıdan biraz büyükçe kulplu olan havruz da yaparlardı. Bu havruz evlerde tuvalet olarak kullanılır sabah olunca Mısmılırmak ta temizlenirdi. Mısmılırmak Sivas´a yaklaşık 25 km uzaklıktaki Soğuk Çermik ?ten geçerek Kızılırmak´la birleşir. Evlerimizde ve civarında su, tuvalet ve kullanmaya ihtiyaç olan bir şey yoktu. Evde aydınlatmayı gaz lambası, tenekeden konik şekilde yapılan fitili gaz yağına batık olarak isli yanan idaremiz vardı. Şehrin sokaklarının gece aydınlanması, ağaç direklere tespit edilmiş 40 mumluk ampul ile ancak direk altlarını aydınlatırdı.
İlkbahar, yaz ve sonbaharın yağışlı havalarında yollar çamur olurdu. Faytonlar, her iki yanında asılı olan fenerli idare tipi gaz lambaları cam kaplı özel kutuları ile çevresini aydınlatarak atlara ve sürücüye yön verirdi. Faytoncular kışın kalpak ve kürklü palto giyerler, diz ve ayaklarına çuhadan örtü kaplarlardı. Müşterilerin bulunduğu bölümü de perde gibi kalın bir örtü ile kapatırlardı. Çocukluğumda babamın faytonuna binip inmek çok hoşuma giderdi. Hele giden bir faytonun arkasına tutunup gizlice binerken arkadan muzip mahalle arkadaşlarımızın ? Emmiiii arkaya bir yağlı kamçı? diye bağırmalarıyla kamçının arkaya şaklaması gülmelerimizi doruğa çıkarırdı.
Baharın gelmesiyle toprak bacalara çıkıp annelerimiz pişirdiği bulgur pilavını kaşıklayarak ve?Alehii kaşığımızdan yağ damlıyor? sesleriyle şamatamız daha da artardı. Tabi ki pilavın pişmesinin şartları da vardı, her arkadaşın ayrı ayrı katkıda bulunması gerekiyordu. Kimi kibrit, kimi kuru ince ağaç dalları, bulgur, varsa tereyağı herkesin evinden anaları ne katkıda bulunursa pilav hazırlanırdı. Ağaç merdivenle çıkılan toprak bacada görülecek şekilde yaygara koparırdık. Ahmet Emminin Karaağaç Kolluğunun yakınındaki havuç tarlasından köylülerin pürçekli dedikleri havuç çıkarışımız. Bazen komşumuz kurttan korkmaz Osman Emminin tarlasından hıyar ve yer elması almamız, bazen de Yukarı Tekke´de ırmak kenarlarındaki iğde ağaçlarına tırmanarak daha olgunlaşmamış iğdeleri gömleğimizin içine doldurarak kaçışlarımız bizleri neşelendirmiştir. Komşumuz HöllükçüEmmi ve Elif Halaya köylü sigarası almam için beni Dikilitaş´ın oradaki küçücük dükkana göndermeleriyle 20 dakika sonra sigaralarının ellerinde olması onları çok mutlu ederdi. Elif Halanın kocası da bir kızı ve oğlunu yetim bırakmış. Kendisi de Çukur Bostan da kiraladığı bahçelerde soğan , patates, salatalık, fasulye yetiştirip çarşıda satarak geçiniyordu. Komşumuz Hacı Ömer ve Recep Abi köylülerin hayvanlarına at nalı, nal çivisi yaparak, diğer komşumuz Mahmut Abi depuruthanede tuğla, baca kiremitleri yapılan işlerde çalışarak geçimlerini sağlıyorlardı.
Annem 1941 yılına kadar halı dokumaya devam etmiş, Babam daha fazla çalışmasını istemediğinden işinden ayrılmak durumunda kalmış. Halı dokumasında kullandığı taraklı demir kirkitini, halı ipi kesme ve düzeltme özel makasını, bıçağını da alarak evinde oturmaya başlamış. Evinin bitişiğindeki küçük bahçede kabak, fasulye, nohut, salatalık yetiştirerek kendine meşguliyet edinmiş ve bu onu biraz rahatlatmış. Babam da çiftçilik, koruculuk, yevmiye faytonculuk, tek atlı arabacılık yaparak geçime katkıda bulunuyordu. Babam bir ara mahallemizden komşumuz olan Şükrü Emmi ile beraber Meydan Polis Karakoluna müracaat ederek birkaç ay mahalle bekçiliği yaptı. Sonra yine faytonları olan tanıdıklarının sürücü işlerine devam etti. Çocukluğumda Babam bana çeşitli renkte pişmiş topraktan misket, aşık dediğimiz koyun ve keçinin ayak eklemlerinden çıkarılıp boyanmış olan oyuncaklarımızın başka türü idi. Büyük abiler bu aşıkları oyarak erimiş kurşun dökerler ve ağır eneke yaparlardı. İlkbaharda oynadığımız met değnek dediğimiz başkalarının çelik çomak dedikleri selvi dallarından hazırlanan kısa ve biraz uzun olanlarla çok çeşitli isim koyduğumuz oyunlar bizi neşelendirirdi. Akşamla yatsı arası saklambaç oyunuyla, elma dersem gel armut dersem gelme diye ebe olanın aradığı ve bulmamasına yardımcı olduğumuz oyunumuz bizi kahkahalara boğardı. Şekerpancarı ve havuç hasadı yapılınca pancar kökünden araba, havuçlardan tekerlek yapar ve önden bağladığımız iple arabayı çekerdik. Ağaçların taze yeşermiş dallarından yaptığımız dilli ve dilsiz düdükleri nefesimizle öttürebilirsek kendimizi başarılı sayardık. Eğlence olarak elimizde ne varsa onlarla oynamak bizlere yetiyordu, maksat mutlu olmaktı. Mahallemizin büyükleri de bazen misket, aşık ? eneke oyunumuza katılırlardı.
Kız kardeşim Ayşe benden 4 yıl sonra dünyaya geldi, evimizin en küçüğü olarak bizleri çok sevindirmişti ve 1942 yılında Abi olmuştum. Annem ve Ablalarım daha çok onunla ilgileniyorlardı. Annem halı dokuma işinde çalıştığı son günlerinde gözleri rahatsız bir arkadaşının el havlusuna (peşkir) yüzünü kurulamış. O senelerde Sivas, Adıyaman ve civar yerlerde trahom hastalığı yaygınmış. Bu hastalık Kadın Halı Dokuma Hapishanesine kadar gelmiş. Annem göz rahatsızlığı duymaya başladı ve Sivas´ta bir müddet tedavi oldu. 1944 yılında Babam Abisi Mustafa Amcamın Mersin´de olduğunu öğrenir ve gider bulur. Amcam Mersin ? Silifke TömükKöyünden Huriye isimli yengem ile evlidir. Amcam kendine Mersin Yeni Mahallede bir gece kondu yapmış ve Devlet Demir Yolları İstasyon ambarında çalışıyormuş. Babam Mersin´deki Abisini seneler sonra görmeye gider. Aradan iki ay zaman geçip Sivas´a dönmeyince Annem tedirgin olur. Turan Dayıma bu durumu anlatınca Dayım 5 yaşımda beni, 1 yaşındaki kardeşim Ayşe ve Annemi de alarak Mersin´e Babamın yanına götürdü. Zar zor hatırladığım kadarı ile Sivas´tan Kayseri´ye tren ile gittik. Kayseri Mersin treni başka taraftan geleceği için takriben 6-7 saat beklemek gerekiyormuş. Dayım bizi Kayseri İstasyonuna yakın büyük odaları olan bir otele yerleştirdi. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum Dayım otel odasından bizleri alıp istasyona getirdi ve trenin perona yanaştığını söyledi. Tabi ben peronun ne olduğunu bilmiyordum. Epeyce bir yolculuktan sonra uykulu bir şekilde Mersin´e vardık. Babam bizleri istasyondan alarak Mustafa Amcamın evine götürdü. Dayım da bizi teslim ettikten sonra Sivas´a geri döndü. Babam bahçelerde günlükçü olarak çok az gelirle eve katkıda bulunuyordu. Biz ailece Amcam ve yengemin evinde takriben 1 ay kadar kaldık. Yakın komşulardan Handan Abla beni evlerine götürüp severdi ve incecik sesimle bana şu türküyü söyleterek gülerlerdi. O zamanın sıkça duyulan türküsü ? Mezarımın taşı Urfa´ya karşı, Beni vuran zalim Allah´tan bulsun? idi.
Bu bir aylık zamanda bir gün Annemi göz doktoruna götürerek ameliyat yaptırmışlar. Gözleri sargılı olarak evde istirahat eden Anneme doktor eğilmemesini ve ağır iş yapmamasını tavsiye etmiş. Bundan kaynaklı bütün iş yükü yengeme kaldığından, bu durumumuz haklı olarak Huriye Yengemi strese soktu. Amcamdan kaynaklanan çocuk sahibi olamaması da bu stresi fazlalaştırmıştır. Yağmurlu bir gün evin dışındaki tuvalete gidip dönerken hafif meyilli kaygan toprağa basınca yan tarafıma düştüm. Pantolonum, gömleğim, elimkolum çamur olunca yengemin sabrı tamamen taşınca beni çok dövdü. Hırsını alamayıp bahçedeki ağacın dalına ayaklarımdan iple bağlayıp baş aşağı astı. Elindeki ağaç çubukla vücuduma vururken daha yapmayacağım diyen tövbelerimi duymuyordu bile, 15 dakika kadar ayaklarıma,vücuduma vurmaya devam etti. Benim acıklı yalvarışım ve ağlama seslerime dayanamayan Babam Yengeme müdahale etti ve Yengeme hitaben ? Huriye, Annesinin göz nuru bir evladına bu davranışın makul değil? diyerek gittikçe artan dayak faslını sona erdirdi. Babam, Annemi ve bizleri alarak 4 gün sonra Sivas´taki evimize geri döndük.
Babam Mahalle Muhtarımızın düzenlediği ilmühaber ile Sivas Nüfus Müdürlüğü´ne giderek 09/04/1941tarihinde adıma nüfus cüzdanı tanzim ettirmiş. Doğum tarihim Sivas´ın salatalık zamanı olan Eylül ayı değil de, 6 ay evvel olan 13 Mart 1938 tarihini yazdırmışlar. 1941 yılında buğday kıtlığı baş göstermiş, 1942 yılının 31 Mart gününde ekmek yemeye ihtiyacım olduğunu belirten ?Ekmek kartı verildi? damgasını nüfus cüzdanıma vurmuşlar. Bu damgalar yaklaşık dört aylık dönemler ile en son 1 Temmuz 1943 tarihine kadar devam etmiş. Ayrıca Annem Sümerbank Yerli Mallar Pazarları Müessesi Sivas Mağazasına giderek Nüfus Cüzdanıma 14 Mayıs 1942 de damga vurdurup giysi için gri bezi alarak bana entari dikti. Entarimi giyince Haziran 1942 de güneşli havada evimizin önünde yürürken gölgeme baktığımı hatırlıyorum.